24 Aralık 2009 Perşembe

bir beyit bin anlam..

Bende yok sabr u sükûn, sende vefâdan zerre
İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre

Nâbi

22 Aralık 2009 Salı

cüzzamlılar ülkesi


Münakaşada zafer mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. Münakaşa hakikati birlikte aramaktır... Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir... Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi her düşünceye ve her düşünene saldırmak, bu canım memleket bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir.

Jurnal, Cemil Meriç

19 Aralık 2009 Cumartesi

elma



Bir elmanın değişik görünüşleri olabilir: Masanın üzerinde elmayı şöyle bir görüvermek için boynunu uzatan çocuğun görüşü ve bir de elmayı alıp onu masadaki arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü.

Aforizmalar, Kafka

uğultu


Bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. Boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. Sevdiklerim yabancılaşıyor. Kitaplar tuğla oluyor birden. Dostlarımın sesini tanımıyorum. Varlığım bir tele asılıyor. Bir kâbus bu, bir hastalık. Gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm... İstediğini yapamamak, sakatlığımdan doğan bir aciz... Acıları dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var... aczime tahammül edemiyorum... Bugün işimden kovulabilirim. Ve hiç bir iş yapamam. Bu, hayatımın perde arkasında ardı arkası kesilmeyen uğultu.

Jurnal, Cemil Meriç

1 Aralık 2009 Salı

10 milyonda 1



Hayatta başarılı olmanın iki yolu olduğu söyleniyor. 1] Şanslı olmak. 2] Hile yapmak. Bense dayanıklı olmayı tercih ederim. Çünkü dayanıklılık kadar kışkırtıcı hiçbir şey yoktur. Bu yüzden, şu 'Intolerance Attention Deficit Hyper Disorder' dedikleri hastalığa yakalanmayı istemişimdir hep. Ne yazık ki bu hastalığa sonradan yakanılmıyor, bu hastalıkla doğuluyor, o da 10 milyonda 1! Hastamız hiçbir acıyı hissetmiyor. Parmakları kesilse, bacakları kırılsa, kolları yansa, kafası yarılsa, kaşı açılsa... vız gelip tırıs gidiyor!

Dublörün Dilemması, Murat Menteş

30 Kasım 2009 Pazartesi

dünyanın şahidi olmak


İstediği şey, eski güzel, rahat, endişesiz ve tekdüze günlere dönmekti. İnsanların Dünya karşısındaki kayıtsızlığını da işte tam bu anda kendi zihninde yakaladı ve babasının sözlerine bir anlam vermeyi başardı: Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir âlem kurup keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa Uzun İhsan Efendi, Dünya'nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kur'an'ın kendisi Peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, dünyayı onun gibi okuyup şahadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı. Dünyaya şahit olmanı yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya'nın şahidi olmaktı.

Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar

*Resim Paolo Avanzi'ye aittir.

23 Kasım 2009 Pazartesi

mataramda tuzlu su



West Indies, Kızıl Elma, İtaki, Maçin!
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Beyazların yöresinde nasibim kalmadı
Yerlilerin topraklarına karşı suç işledim
Zorbaların arasında tehlikeli bir nifak
Uyrukların içinde uygunsuz biriyim

Vahşetim
Beni baygın meyvaların lezzetinden kopardı
Kendime dünyada bir
Acı kök tadı seçtim
Yakın yerde soluklanacak gölge bana yok
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
Gidecek yer ne kadar uzak olabilir?
Başım açık, saçlarımı ikiye
Ortadan ayırdım
Kimin ülkesinden geçsem
Şakaklarımda dövmeler beni ele verecek
Cesur ve onurlu diyecekler
Halbuki suskun ve kederliyim
Korsanlardan kaptığım gürlek nara
İşime yaramıyor
Rençberlerin o rahat
Ve oturmuş lehçesinden tiksinirim
Boynumda
Bana yargı yükleyenlerin
Utançlarından yapılma mücevherler
Sırtımda sağır kantarı gizli bilgilerin
Mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum
Görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta
Askerken kantinden satın aldığım cep aynası
Bazı geceler çıkarken
Uçarı bir gülümseyişle takındığım muşta
Gibi lükslerim de burada kalacak
Siparişi yargıcılar tarafından verilmiş
Bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
Taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım
Burada bitti artık işim, ocağım yok
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

İsmet Özel

21 Kasım 2009 Cumartesi

aralıksız



Şehrin uykuda olduğu o anda bile, düşlerin görülüp kâbusların gerçekleştiği, gizli ittifakların imzalanıp şerbetlere binbir çeşit zehirin katıldığı o anda bile, sarayda kutsal emanetlerin bulunduğu o odada yanık sesli bir hâfız, kendisinden öncekilerin yüz altmış yıldır aralıksız kıraat ettiği Kur'anı, vecd içinde gözlerini kapayarak kimbilir kaçıncı defa okuyordu.

Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar

11 Kasım 2009 Çarşamba

bir tıp gözlemcisinin ilginç notları


Çıplak kulağı dayayarak dinlemek tıp tarihindeki en büyük ilerlemelerden biridir. Kalbin ve akciğerin kendi sesleri olduğu ve bu seslerin bazen tanı koymakta işe yaradığı anlaşılınca hekimler kulaklarını kalbin, göğsün ve sırtın üzerine koyarak dinlemeye başladılar. Hastaya doğru eğilmiş başın gövdeye dayanmasından daha dostça bir insan davranışı, kişisel ilgi ve şefkatin daha içten bir ifadesini düşünmek zordur. On dokuzuncu yüzyılda icat edilen stetoskop göğüs bölgesindeki seslerin dinlenme olanağını çok büyük ölçüde geliştirdi ama doktoru da hastasından belli ölçüde uzaklaştırdı. Stetoskop, ileride ortaya çıkacak, bu mesafeyi arttırmak için tasarımlanmış, birbirini izleyen yeni teknolojilerin ilkiydi.

Bir Tıp Gözlemcisinin Notları, Lewis Thomas

29 Ekim 2009 Perşembe

bir beyit bin anlam..



Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
"Yevme lâ yenfau"da kalb-i selîm isterler

Ruhî

26 Ekim 2009 Pazartesi

babalar oğul olmuş, oğullar baba


Üstelik zaman zaman babaların oğula, oğulların babaya dönüşümü ihtimalini de içeren bu ilişkinin tarihsel örneklemi için fazla uzağa gitmeye ne hacet. İşte Osmanlı. Daha adından itibaren baba-oğul ilişkisini sahiplenen bu muazzam yapılanma, batı karşısındaki alâkasının başlangıcında tipik baba konumundadır. Asırlarca, bir oğul kadar sevilmese de, karşısında bir baba gibi otoriter davranılır batının. Her bayram bir kapitülasyon harçlığı ile başı okşanıp geçiverilir, gönlü hoş edilir. Osmanlı; bileğinin bu küçük çocuk karşısındaki gücünden, orta yaşları bulmuş olsa da gücünden "hâlâ" emin bir baba gibi, öylesine emindi ki Viyana önlerinde bileği ilk kez zorlandığında sebebini kestiremedi bile. Sadece şaşkınlık, bir gurur kırıklığı. O çocuk bileğini eskisi kadar kolay bükemediğini fark etti. Onun da karşısında şimdi, kendi olduğu kadar erkek olan bir bedeni içinde saklayan ruhla batı beliriverdi. İşin kötüsü şu ki o erkek beden günden güne serpilip büyürken, baba kemik erimesine uğramış olmalı, günden güne küçülüp gidiyordu. Gidişatın doğal sonucu: Babalar oğul olmuş, oğullar baba. Baba bu işe itirazlı olsa da.

Cümle Kapısı, Nazan Bekiroğlu

23 Ekim 2009 Cuma

farklılıkların son bulduğu yer, hapishane


Her sistemin kendisini korumak istediği harcıâlem bir bilgi. Ve o, dışında kalıyorsa, kendi çocuklarını da öğütür. Cumhuriyet öncesi gibi sonrası zindan masallarının da en sade özetidir bu cümle. Devlet bir yandan inkılâba, lâikliğe karşı olanları hapsetmek zorunda kalır, bir yanda din, dil, ırk ayrımı yapmak isteyenleri, rejim düşmanlarını, gizli dernek kuranları. Ortalık bir hayli toz duman. Bu nedenle, Marksistlerin İslamcılarla, İslamcıların Türkçü-Turancılarla buluştuğu mekandır hapishane. Ve ki sistem, hepsini de bir güzelce hırsızlarla, ırz düşmanlarıyla, dolandırıcılarla, canilerle aynı çatı altında buluşturmaktadır.

Cümle Kapısı, Nazan Bekiroğlu

14 Ekim 2009 Çarşamba

kaldır başını bir bak


Bütün sevinç ve ümidi yok eden kader bolca gözyaşı getirse de bir an için başını kaldırıp çok yıldızlı bir göğe bakmak bile yaşamak için ayak diremeye yeterli bir sebeptir.

Cümle Kapısı, Nazan Bekiroğlu

5 Ekim 2009 Pazartesi

biri vardı ki



Tarihler milât sonrası 325'i vurduğunda, yani ki Hıristiyanlık Roma tarafından kabul gördükten sekiz yıl sonra, İncillerdeki çokluk dikkati çekti. Ve İznik'te toplanan konsül bunlar arasında bir ayıklama yapma ihtiyacını hissetti. Neticede dört İncil kabul gördü. Kabul edilmeyen İnciller arasında biri vardı ki, Barnabas İncili, İsa'dan sonra adı Ahmed olan bir peygamberin geleceğinden ve onun son peygamber olacağından samimiyetle bahsetti. Lâkin "Masa üzerinde kalan" İncillerden biri değildi Barnabas İncili. O kadar ki bulundurulması, okunması şiddetle yasaklandı. Bulunduranlar ölümle cezalandırıldı.

Cümle Kapısı, Nazan Bekiroğlu

26 Eylül 2009 Cumartesi

meksika sınırı



Hep bir meksika sınırım olsun isterdim,
Alamancı komşumuzun siyah beyaz tevesinde
Kovboylar hep meksika sınırına giderdi
Kimse dokunamazdı sınırı geçtiler mi
Meksika sınırı isterdim en sevdiğim şairlere
Hep hapiste olurlardı nedense
Hapis yatmış olurdu yoldaşım gönüldaşım
Saf tutmak istediğim namazda omuz omuza
Hapse düşersin derlerdi
Tutup ciğerimden yazsam
En sevdiğim filim artisi
Hapsi boylardı illa ki
Filmin en güzel yerinde
Camimizin imamı
Edebiyat öğretmeni
Meksika sınırımız olmadığından belki
Ortasında dururlardı
En canalıcı lafın
Bir damar kabarırdı cümlelerinde
Meksika sınırı olsaydı Türkiye’min
Ondokuz yaşımda sevdiğim kızla
Atlar geçerdim sınırı, kimse dokunamazdı
Yerine Gayrettepe’de dayaklar yedim
Günlerce uyutmadılar siyasi şubede
Şimdi
Meksika sınırına iki saat mesafede
Tekrarlayıp duruyorum kendi kendime
Bir meksika sınırı lazım her memlekete
Meksika’nın kendisine de.
Mehmet Efe

11 Eylül 2009 Cuma

matem ehli


Herkesin birbiriyle kucaklaştığı şu bayram gününde ne ona kollarını uzatacak bir yakını kalmıştı dünyada, ne de sevgilisinden bir haber vardı. Edirne sahrasında elpençe hizmet bekleyen baş alıp baş verir yeniçeriler, atları sırtında rüzgâra meydan okuyan akıncılar ve nihayet Anadolu ve Rumeli askerlerinin güzidelerinden oluşan 300 bin kişilik ordunun kıldığı bayram namazından sonra Ordu-yı Hümayun'da üç yüz bin sevinçli hikaye yaşanmaya başlanmıştı, ama onun hikâyesinde bir küçücük gülümseme bile yoktu. Herkesin coşkuyla kutladığı bayram sevinci onun ancak yalnızlık ve matemini belirginleştirmiş, belki içindeki acıyı çoğaltmıştı. Bu gerçeği vurgulamak üzere "Matem ehlinin sürûr-ı ıyd yasın arttırır" * dizesini o gün söyledi.

Aşkname, İskender Pala

* Dize Aşkî'ye aittir.

5 Eylül 2009 Cumartesi

bir beyit bin anlam..


Saatin çaldığı evkât değildir her bar
Müddet-i ömür gelip geçdiğine eyler âh

Koca Ragıp Paşa

4 Eylül 2009 Cuma

vav



Bütün insanlar Vav'dır. Kimisi Arap alfabesinin vavı, başı hafiften içine gömülmüş. Mahzun ve estetik. Sessiz. Vav sükûttur o zaman. Kimisi Amerikanvari bir çığlıktır: Vavvvv.

Ahir Zaman Gülüşleri, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

o şaheserler derin bir hayal



Edebiyat, edeb kökünden türemiştir ve insana edepli olmayı öğretir. Biz, buradaki edepten kastın biraz da ruh terbiyesi olduğunu sanıyoruz. Bugün ruhlarımız inşirah bulamıyorsa bunda biraz da asırlar boyu genlerimize sinmiş olan bu terbiyeden uzak kalışımızın etkisi yok mudur sizce? Türk seciye ahlâkının tekâmül ettirdiği o şaheserleri, o tılsımlı sözleri biz bugün anlamıyoruz diye inkar etmenin akıl ve mantıkla telifi kabil midir? Br yabancı dil öğrenmek için çekilen onca emeğe karşılık belki topyekûn bin kelimeden ibaret o kültür dünyasının dilini öğrenmekten erinmemiz hangi gerekçe ile hoş görülebilir. Kaldı ki milletlerin kültürleri bir bütündür ve bütün halinde süreklilik gösterirse mana kazanır. Altı yüzyıllık bir medeniyet birikimini kavrayabilmek için bin kelimeyi çocuklarımıza çok görürsek, onları kendi ellerimizle cehalete mahkûm etmiş olmaz mıyız? Ya bir de tersi olursa! İşte o vakit Şeyh Galip'in şu beyti, bir keramet izharı misillû şairleri mısradan mısraa kanatlandırırken Anadolu coğrafyasının kadimden beri vicdanında yanan şiir meşalesini alevlendirip 21. asrın Türk şiirine kapı aralar:

Bir şu'lesi var ki şem-i cânın
Fânusuna sığmaz âsumânın*

Aşina Güzeller, İskender Pala

*Can mumunun öyle bir alevi var ki / Gökkubbe denilen fanusa sığmaz

28 Ağustos 2009 Cuma

virgülden sonrası




Üniversitede fizik bölümünde öğrenciyken aldığım son fizik dersi, Fizikte Matematiksel Metodlardı. Daha ilk derste, dersi veren hoca bize yalnız bir sınav yapacağını, bu sınavın geçme sınavı olacağını ve sınavda yalnız bir problem soracağını bildirdi. Tek istediği, bu problemin yalnız cevabının, virgülden sonra dört haneye götürülmüş olarak üstünde ismimiz olan bir kağıt parçasına yazılmış olarak verilmesiydi. Cevabımız virgülden sonra dört hanenin tamamı doğruysa A alacaktık, değilse çakacaktık. Gayet basit. Birdenbire içinde benim de bulunduğum bir grup öğrenciden protesto sesleri yükseldi. Olur mu hocam? Bir sınav mı? Bir cevap mı? Çözümü nasıl kurguladığımızı bile görmek istemiyor musunuz? Çözüm için tuttuğumuz yol doğru dahi olsa önemi yok mu?

"Hayır" dedi. "İnsanların yanıtları, doğru ve duyarlı yanıtları görmek istediği gerçek dünyaya hoş geldiniz. Eğer bir köprü çökerse ve kırk kişi ölürse, mühendislerin çözümü doğru kurguladıklarına kim bakar? Yaşamda yarı yarıya haklı olmanın bir değeri yoktur. Herhangi önemli bir şeyi başarmak istiyorsanız, tam tamına doğru olmak zorundasınız ve olmadığınız takdirde de bunun sonuçlarına katlanmaya razı olmalısınız."

Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün, Frank Vertosick Jr.

25 Ağustos 2009 Salı

kalple bakmak


“Senin yaşadığın yerdeki insanlar,” dedi küçük prens, “bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ve yine de aradıklarını bulamıyorlar.”
“Doğru, bulamıyorlar” dedim.

“Ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda bulabilirlerdi.”
“Evet, haklısın” dedim.
“Ama gözler göremez. İnsanın kalbiyle bakması gerekir.”

Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry

19 Ağustos 2009 Çarşamba

memleket dili



Rivayet olunur ki, eski Roma'nın şiddeti ve dehşeti ile meşhur olan hükümdarlarından Tiberius, bir gün Roma âyanına yaptığı bir hitabede uydurma bir kelime kullanıyor. Yüksek otoritesini iyice göstermek için olacak ki kelimeyi bir iki defa da üstüne basarak tekrarlıyor. Âyandan Marcellus, hükümdarın sözünü keserek memleket diline hürmet etmesini rica ediyor. Derhal efendisini müdafaya atılan saray adamlarından Capito diyor ki:
-Marcellus! Bahis mevzuu ettiğin kelime, tutalım ki memleket dilinden değildir. Fakat madem ki Roma İmperium'unun şanlı sahibi Sezar'ın ağzından çıkmıştır artık memleket dili olmuştur. Bilesin ki Sezar her şeyin üstünde ve her şeye kâdirdir.
Bunun üzerine Marcellus, salonu kaplayan soğuk bir sükûn perdesini yırtarak, sade hikmet ve hakikat olan şu cevabı veriyor:
-Capito yalan söylüyor. Sezar! Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatı verir, mevki ve rütbe ihsan edersin; fakat memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma hakkı veremezsin.

Elbette veremez. Zira bir memleketin dilinin memleket tarihinin ve psiko-sosyolojik varlığının mahsulü ve asırlar içinde nesillerin birbirine devredip emanet ettiği bir ocak mirası ve ecdad mülküdür. Bunda kimsenin, hükümet adamı sıfat ve otoritesiyle tasarrufa hakkı yoktur.

Hatıralar, Ali Fuat Başgil

18 Ağustos 2009 Salı

bir beyit bin anlam..



Bu şehri İstanbûl ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır

Nedîm

16 Ağustos 2009 Pazar

savaş niyedir?


Savaşın işlevi yok etmektir: Yalnız insanları değil, insan emeğinin ürünlerini yok etmektir. Savaş, kitlelerin rahatını ve sonuçta zekâsının artmasını sağlamak için kullanılabilecek malzemenin havaya uçurulması ya da denizlerin dibine yollanmasıdır. Savaş endüstrisi, tüketim maddeleri üretmeksizin işgücünü kullanmanın akıllıca bir yoludur.

1984, George Orwell

15 Ağustos 2009 Cumartesi

güzellik



Mabetler sadece pratik sebeplerle inşa edilmez, onlar aynı zamanda tahayyül içindir. Sinan'ın eserleri ruhun güzellik ihtiyacına hitap eder, bize kutsalı düşünme imkânı sunar. Güzelliği takdir etmek, ruhu karıştıracak şeylerin gücüne açık olmakla mümkündür. Eğer güzellik karşısında etkileniyorsak, o halde ruh uyanıktır. Ruhun yeteneği, etkilenebilmesinde gizlidir.

Her Şeyin Bir Anlamı Var, Kemal Sayar

7 Ağustos 2009 Cuma

kem âlet


Nefret eden, tedaviye muhtaçtır. Nefretin sahibi, kendi içindeki kötülükle yüzleşmekle iyileşebilir ancak. Kem âlet (nefret) ile kemâlât olmaz.

Her Şeyin Bir Anlamı Var, Kemal Sayar

29 Temmuz 2009 Çarşamba

bir beyit bin anlam..



Bir bahr-i gamda urmadayım dest-ü pây ki
Keştesi yok, kenâresi yok, nâhüdası yok

Yusuf Nabî

27 Temmuz 2009 Pazartesi

"bir mantar o!"



"O halde dikenler...Dikenler ne işe yarar?"

Bunun cevabını bilmiyordum. Uçağın motorunda sıkışıp kalmış bir cıvatayı sökmekle meşguldüm. Uçağın bozulması canımı giderek daha fazla sıkmaya başlamıştı. İçme suyum hızla azalıyordu ve ben durumun daha da kötüleşmesinden korkmaya başlamıştım.
“ Dikenler diyordum...Ne işe yararlar? “ diye sordu yine.
Küçük prens, sorduğu sorunun cevabını almadıkça sormaktan vazgeçmiyordu. Bense cıvatayı sökmekle meşguldüm ve aklıma gelen ilk şeyi söyleyiverdim: “ Dikenler hiçbir işe yaramaz. Çiçekler onları sırf kızgınlıktan taşırlar.”
“ Ah, demek öyle! “
Sonra kısa bir sessizlik oldu ve ardından, biraz da kırgın bir sesle “ Sana inanmıyorum. Çiçekler narin yaratıklardır. Saftırlar. Dikenlerinin korkunç olduğunu düşünürler “ dedi.
Cevap vermedim. O sırada kendi kendime şöyle diyordum: “ Eğer bu cıvata yerinden çıkmamakta inat ederse, onu çekiçle çıkaracağım.”
Ama küçük prens yine araya girdi : “Yani sen gerçekten çiçeklerin o dikenleri kızgınlıktan taşıdıklarına mı inanıyorsun?”
“Hayır, hiçbir şeye inanmıyorum ben. Öylesine söyledim. Şu anda önemli bir işim var. “
Hayretler içinde kalmıştı küçük prens.
“ Önemli bir iş mi? “
Beni elimde çekiç, parmaklarım motorun yağından simsiyah olmuş bir halde o çirkin şeyin ( yani uçağımın ) üzerine eğilmiş gören küçük dostum:
“İşte şimdi tam da büyükler gibi konuştun “ dedi.
Kendimden biraz utanmıştım.
“Her şeyi karıştırıyorsunuz, karmakarışık ediyorsunuz “ dedi sonra. Gerçekten kızmıştı. Altın sarısı buklelerini sağa sola sallayarak : “Kırmızı suratlı bir adamın yaşadığı bir gezegen biliyorum. Adam hiç çiçek koklamamış. Hiç yıldızlara bakmamış. Hiç kimseyi sevmemiş. Bütün vaktini şemalar yaparak geçirmiş. Ve bütün gün “ Önemli işlerim var. Önemli işlerim var. “ deyip dururdu. Bundan büyük bir gurur duyardı. Ama o bir insan değil, bir mantar o ! “

Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry

24 Temmuz 2009 Cuma

kan çiçekleri



Kırmızı mürekkep lekesi nasıl büyürse susuz bir kağıdın kuraklığında öyle büyüdü aldığım tüm yaralar. Ama aldığım tüm yaraların, huzura çıktığım anda birer kan çiçeğine dönüşeceğini bilmenin sevinciyle indi kalbime neşve.

Mavi Lâle, Nazan Bekiroğlu

* karikatür Dağıstan Çetinkaya

nev - efkârlıyım

18 Temmuz 2009 Cumartesi

iki kişilik rüyalar



Dostluk ortak tarihi olanların yazdığı bir kitaptır.

Cebindeki son kuruşu beraber harcamak, hiç kimseleri beğenmemek ama bahsederken "biz" diye bahsetmektir dostluk. Her rüyayı iki kişilik görmektir.

Kimseleri görmeyip hatta fark etmeyip dünyayı, yalnız dostu görmektir hayat. Sesinden hikayeler çıkaracak, "nasılsın" diye sormadan nasıl olduğunu bilecek kadar, kalbini kalbinin içinde gezdirmektir.

İki Kişilik Rüyalar, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu