26 Aralık 2010 Pazar

mevsim normalleri


Elimdeki gülü kaldırıp mezarlıkta
Sağlığınıza dedim, hepinizin sağlığına

Çocuklar yarı yolda bırakır bizi Tanrım
Kendine gel diyorsun, gelsem olmaz mı sana

Çünkü sular çekiliyor hayatımızdan
Ve şehir
Kaçak kat gibi çöküyor üstümüze
Körün takım tutmasına benziyor bu,
Sempati besliyoruz
Ölümden gayrı her şeye

Ey dilimin ucundaki, ses ver bana:
Canlı yoksa eğer bir ateşin içinde
Niçin kaçar hepimizin neşesi

Bizler misafiriz ve dünya
Misafir terlikleri

İbrahim Tenekeci

25 Aralık 2010 Cumartesi

ilk biyolojik silah



Milattan önceki yıllarda başlayıp Mısırlı tüccarlara kadar ulaşan Kuzey Afrika'dan Hindista'a, oradan da ticaret ve fetihler aracılığyla dünyadaki en uzak topluluklara kadar ulaşan çiçek hastalığı tüm insanlığı kasıp kavurmuştu. MÖ 1600 yılına ait olan Mısır mumyalarının yüzünde bile bu hastalıktan kaynaklanan yara izleri bulunmuştur. Kayıtlara geçen en eski çiçek salgını vakası ise MÖ 1350 yılında Hitit ve Mısırlılar arasındaki savaşta patlak veren salgındır. Hitit kralı ve oğlunun da içinde bulunduğu bu uygarlığın tüm mirasçılarının bu hastalıktan öldükleri bilinmektedir. Hitit uygarlığı, bu hastalık nedeniyle yok olan birçok uygarlığın ilkidir. MS 180 yılında ise 7 milyon insanın ölümüne yol açan çiçek hastalığı, Roma İmparatorluğu'nda gerileme döneminin başlamasına neden olmuştur. İspanyollar ve Portekizliler bu hastalığı Amerika kıtasına taşımışlar ve böylece bu hastalık Aztek ve İnka uygarlıklarını da kırıp geçirmiştir. İspanyolların 1518'de Meksika'ya gelişlerinde sonra geçen 100 yıl içinde, 22 milyon civarında olduğu sanılan yerli nüfus 2 milyona düşmüştür. Sömürgecilikle birlikte tüm dünya benzer vakalar yaşamaya başlamıştır. 1763 yılında Kuzey Amerika'daki İngiliz ordularının kumandanı Jeffrey Amherst ise yara kabuğu ve kabarcıklardan elde edilen sıvının battaniyelere sürülüp Kızılderili kabilelere verilmesini önererek biyolojik savaşı ilk ortaya çıkaran kişi olmuştur. 19. yüzyılda Amerikan hükümeti, aynı biyolojik silahı Kızılderililere karşı kullanmıştır. Böylece çiçek hastalığı 20. yüzyıla gelmeden savaşlar ve diğer salgın hastalıklar nedeniyle ölen bütün insanların sayısından da fazla olan yaklaşık yarım milyon insanın ölümüne yol açmıştır.

Tıbbi Mucizeler, Dr. Eugene W. Straus, Alex Straus

22 Aralık 2010 Çarşamba

aydın


Aydın, toplumun genelinin dışına çıkan, sıradışı olan ve toplumun genelinden farklı talepleri, zevkleri, düşünceleri, felsefesi ve vizyonu olan insan demektir. O yüzden aydın olmak özel bir şeydir. Ama aydının yapmaması gereken bir şey vardır, kendi özel durumunu siyasi bir dile tercüme etmek... "Ben çok özelim, çok iyiyim, toplumsal ortalamanın çok üstündeyim, o halde yönetim hakkı bana aittir. Siyaseti ben belirlerim, anayasanın ne olması gerektiğine ben karar veririm" dememelidir. Bunu dediği andan itibaren o aydından bir "despot" meydana gelir. Örneğin, Yalçın Küçük Aydınlar Üzerine Tezler adlı kitabında şöyle diyor: "Türk aydınının tarihi yenilik düşmanı bir halkı yenilikçi yapmanın tarihidir." Aydının her zaman toplumu belli ölçülerde aydınlatma sorumluluğu vardır. Fakat bu sorumluluk aydına toplum üzerinde hiyerarşik bir yetki sağlamaz. Yani, siz aydın olabilirsiniz, bir sorumluluğunuz da olabilir. Toplumun geneli, toplumun ortalaması, politik ve kültürel olarak geride olabilir ve siz onlara bir şeyler anlatabilirsiniz. Ama sizin onlara bir şeyleri anlatabiliyor olmanız veya anlatabilecek olan bilgiye sahip olmanız, size o toplum üzerinde hegemonya kurma hakkını, halkı düşman görme yetkisini vermez. Aydın, toplum üzerinde böyle bir hegemonya kurmaya başladığı zaman şöyle bir tablo kaçınılmaz olarak gözler önüne serilir:

Aydın, despota ve halk düşmanına dönüşür. Aydın bu işe iyi niyetle başlasa da daima kendisinin aydın, halkın ise cahil olduğuna yönelik bir genel kabulden hareket ettiği için aradan yıllar geçer ve zamanla kendisi toplumun gerisinde kalır, ancak bunu fark etmez. Kendisinin toplumun gerisinde kalabileceğine ihtimal vermediğinden dolayı kendinden uzaklaşan toplumun karanlığa doğru gittiğini düşünmeye başlar. Aydın ile geri kalmış olan bir toplum arasındaki ilişkiyi mağaradakilerin yaşadığı bir ilişki olarak değerlendirelim; aydın o mağara içerisinde bir mum yakabilen kişidir. Ve o mumla toplumu güneşe götürme sorumluluğu ona aittir. Aydın, toplumu gün yüzüne çıkarmak gibi bir görevi yerine getirmeyip "Ben mumu yakıyorum o halde herkes sürekli benim etrafımda toplanmalı ve ben ne diyorsam onu yapmalı" derse; o toplum, zaman içerisinde "Bir mum yetmez bize" diye düşünerek arayışlara başlar. Toplum, gün yüzünün dışarda olduğunu görür, mağaradan çıkma yollarını araştırır ve bulur. Aydın ise elinde mumu tutarak toplumun karanlığa sürüklendiğini düşünür, onu cehaletle suçlar. Oysaki toplum karşısında gericileştiğini fark etmez. Elinde imkan olduğu sürece, toplumu durdurmayı "aydın sorumluluğu" olarak meşrulaştırmaya çalışır. Yaşadığı ise bir trajedidir aslında...

Darbe Yargısının Sonu, Osman Can

10 Aralık 2010 Cuma

demokrasiye inançsızlık


Faşizme karşı en büyük mücadeleyi veren Anayasa Hukukçusu, Kıta Avrupa'sının Anayasal sistemlerininin ve Anayasa Mahkemelerinin biçimlenmesinde çok etkili olan Hans Kelsen, 1932 yılında "siyasal kararların bürokratlara bırakılmış olmasının politik aklı ortadan kaldıracağı ve otoriter ideolojilerin egemen kılınması sonucunu doğuracağı" saptamasını yapmıştı. Devamında ise şunu der: "Eğer sosyal açıdan neyin doğru, neyin iyi veya en iyi olduğu sorularını kesin, objektif ve mutlak bir doğru olarak herkesi bağlayıcı biçimde cevaplayabiliyorsak bu durumda demokrasiye gerek olmaz. O halde bu yöndeki çabaların demokrasiye inançsızlık olarak nitelendirilmesi zorunludur. İnsan bilgisinin yalnızca insandan insana göre değişebilen değerleri algılayabileceğini bilenler, bu değerleri ancak ve ancak hiç olmazsa çoğunluğun onayıyla meşru kılabileceğini bilir. İşte demokrasinin temel ilkesi budur. Bununla mümkün olan en geniş özgürlük alanı yaratılabilir."(3) Değerlerin mutlak geçerlilik kazandığı ve bunun çoğunluk iradesine karşı hukuksal ve kurumsal yollarla etkin kılındığı yerde demokrasi biter. Hukuk devletinden söz etmek ise şakadan ibaret kalır. "Demokrasinin kendini, halkın çoğunluğuna karşı koruyup korumaması gerektiği sorulabilir. Ancak bu soru kendi kendisini anlamsız kılar. Halkın çoğunluk iradesine karşı ve gerektiğinde zora başvurarak kendini kabul ettiren bir sistem, demokrasi olmaktan çıkmıştır. Halk'a karşı bir halk egemenliği iddiası anlamsızdır. Ve bu yola hiç başvurmamalı; yani demokrasi taraftarı olanlar, şu şuursuz çelişkiye bulaşmamalı ve demokrasiyi kurtarmak için diktatörlüğe sarılmamalıdır."(4) Kısacası, hangi gerekçeyle olursa olsun, temel siyasal kararların çoğunluğun, kimi zaman nitelikli çoğunluğun iradesine bırakılmadığı yerde demokrasi yoktur. Demokratlığın birinci kuralı budur.

3 Hans Kelsen, Verteidigung der Demokratie, 2. Auflage in Blatter der Staatspartei, 2. Jahrgang, 1932
4 Adı geçen eser.

Darbe Yargısının Sonu, Osman Can