2 Kasım 2014 Pazar

hayırlı tahsilâtlar


Haram ediyor kendini, boş yere. "Helal sana!" diyemiyoruz. Kendisine "Türk Bakkallarını Koruma ve Kendi Kendine Konuşanlara Deli Deme Hakkını Elinde Bulunduran Muvazzaf İki Namaz Arası Camii Cemaati" olarak Allah'tan rahmet; sevenlerine ve ailesine başsağlığı; kredi kartı borcu olan bankaya hayırlı tahsilâtlar...

Allah tahsilâtını haczetsin!

Âmin ve goool!

Öykü Yapım Çalışmaları, Doğukan İşler

25 Mayıs 2014 Pazar

uzun dilek


yalan yok! ben bir iç geçirme olarak alıyorum bulunduğum bu yeri
dönüp kendime, dönüp artık gözden düşmüş bu çarşıya
kepenkleri büyük bir gürültü ve tek bir hareketle kapatmak istiyorum

imgelerden sıkıldım, tasvirlerden, sonu gelmez betimlemelerden
sözü doğrudan ve yormadan birdenbire
sözün koynuna girip incitmeden kimseyi söylemeliyim

böylece
belki benim de bir sahtekar gülümsemem olurdu
belki hızlı yaşayıp belki genç ölürdüm cesedimi düşünmeden
yusufun sevdiği yerlerinden sevmeyi öğrenirdim dünyamızı

dünya!
ne kadar da yapışkan, ne kadar da ayıp bir kelime
babasına küsen kızlar ne kadar da haklılar

babasına evet!
çünkü elleri hiç bakışıyla birleşip sevmeyi becerememiştir
buradan tekrar okunmalıdır yüzyılın tarihi
buradan yazılmalıdır hafıza bilimi kitapları
sarı paşaya yeniden sorulmalıdır kuvvetsiz adalet ne demek

şimdi burada!
zanların, şamarların, densizliklerin, sessizliklerin arasında
sormalıyım: usul usul yürüsem varır mıyım menzile

menzil, belli ki varmayı istemekle mukayyet
yürüyünce bu yüzden yanılıyoruz demek
uykular bulup kendimize rengarenk
umut ederek yaşamayı kendimiz seçiyoruz

gittikçe dönmenin giderek yaşlanmakla bir ilgisi olmalı
böyle dedim, böyle olmalı
bir izahı olmalı sarıların ve paşaların
bir izahı olmalı yaşadığım bu sarmalın

İsmail Kılıçarslan

8 Mayıs 2014 Perşembe

yamuk


Burada, nasıl olsa devlete karşı bir yamuk yapmadığı için çok uzun süre içeride tutulmayacağını bilen bir banka hortumcusu var. Geleceğini garanti altına almış bir hırsız. "Devlete karşı yamuk" biraz genellemeci oldu; devlete siyasi - ideolojik bir yamuk yapmamış... Zira devlet, en azından içinde bulunduğumuz dönem itibariyle (1997) hırsızları çok seviyor. İşte bu hırsız volta atarken yanıma gelip bana nasihat etmeye kalkıyor: "Bak kardeşim! Sen küçüksün, buradakilere karşı saygılı ol. Hepsi bir olaydan dolayı buraya gelmiş. Ayrıca, idarenin her yerde kulakları vardır. "Kendisi de bu kulaklardan biri olan hortumcuya, "Sen ne diyorsun be adam?" çıkışıyla beraber saydırmaya başlıyorum: "Beni mi korkutuyorsun? Bunlar bir sebeple buraya düşmüşse işte ben de buradayım. Hiçbirinizden korkmuyorum. İdareden de korkmuyorum. Ben siyasi mahkumum ve idamla yargılanıyorum, gözüm hiçbir şeyi görmez. Git bunu hem koğuş ağana hem de idareye yetiştir. "Milletten hortumladığı paraları dışarı çıkınca nerelerde yiyeceğinin hesabını yaparken böyle bir işe bulaşmış olmaktan pişman olup yanımdan hızla uzaklaşan adam...

Bir Çocuğun Gözünden 28 Şubat - Cezaevi Notları, Yakup Köse

6 Mayıs 2014 Salı

sabretmek


İstanbul'un esmer kardeşlerinden olan Beyrut da bu güzel şehirlerden, kaybedilen kardeşlerden biridir, örneğin. 1982'de çöldeki serap olan İsrail onu yerle bir ederken, Hamra caddesinde savaş boyunca kapanmayan bir yer vardı: Cafe Modca. Bir şehir boşalırken, insanlar azalırken, o kafeterya geride kalanlara moral vermişti kahvelerinin, çaylarının yanında. Kapanmamakta ısrar eden bu yer, kapanmak bilmeyen bir gönül yarası gibi hatırlatıyordu onlara savaşın ve beraberinde getirdiği korkuyla bencilliğin unutturmak istediklerini. 

İstanbul'un küçük sarışın kardeşi Saraybosna da bunlardan biridir. Sırplar tarafından yerle bir edilirken Bay İvo adında yaşlı bir adam vardı orada. Arnavut kaldırımı bir yokuşun tepesindeki evinin bahçesinde, kuyusunun başında sabahtan akşama kadar insanların bidonlarına su doldurmuştu. Bunu kutsal bir görev gibi yapmıştı sabahtan akşama kadar. Kendi elleriyle doldurmuştu suyu, üşenmemişti, kuyunun başındaki kuyruk güner gibi uzamış ama bu ihtiyar adam görevini savsaklamamıştı. Çünkü bu adam, o yerde, o işi yaparken kendisinin insan olduğunu hissedebiliyordu, kısaca. Koca bir ordu bile bu duyguyu işgal edemiyor, yok edemiyordu bu hakikati.

(İkisini de merak ederim hâlâ, bu ihtiyar adam ve Cafe Modca hâlâ hayatta mıdır?*)

Bu insanlar Tanrı'nın (Tanrı'm Allah'tır senin adın!) insandan istediği biricik şeyi, o yalın hakikati yerine getiriyorlardı, ellerinden geleni yapıyorlardı. Dudaklarını, ellerini, kollarını, ayaklarını kımıldatarak istiyorlardı. Sabretmek kelimesinin anlamının ayak diremek olduğunu biliyorlardı. Doğru yerde durarak ayak diremek...

Öğle Uykusu, İbrahim Paşalı

* Üçüncü baskıya not: Ne yazık ki Cafe Modca artık yok.

4 Mayıs 2014 Pazar

ağır


Kimileri, bizim uyuyakaldığımız için, tembellik yaptığımız için Batılıların bizi geçtiğini, bizim aradıklarımızı onların bulduğunu söylüyor. Yanılıyorlar! Çünkü biz, hiçbir zaman onların bulduklarını aramadık. Ama bulduklarımızdan birçoğunu kaybettik; bu doğrudur. Başkaları insanın zaaflarını kullanmasınlar diye insanın zaaflarını bilim haline getirmedik, yazmadık. Bunları tüccarların hizmetine sunmadık, suni ihtiyaçlar ürettirmedik. Kütüphanelerimizde bu konuda az kitap görenler, bizi insanı tanımıyor zannettiler. Batılılarla hiçbir zaman yarışmadık. Yarışamazdık da! Yollarımız, hedeflerimiz farklıydı. Endülüs bilimde, sanatta, edebiyatta ve müzikte geri olduğu için mi tarih sahnesinden silindi? Kendisinden daha iyi olanlar mı onu tarih sahnesinden sildi? Kaba kuvvetinden başka hiçbir şeyi olmayan barbarlar tarafından yerle bir edilmedi mi? Onların silahlarını, onların yöntemlerini kabul etmedik, belden aşağı vurmadık. Ağır tahrikler karşısında sarsıldık ama kendimizi kaybetmedik. Lâkin medeniyetimizi kaybettik, şehirlerimizi kaybettik.

İnsan olmanın ve öylece kalmaya çalışmanın bedeli ağırdır. Haklı olmak, her zaman kazanacağınız anlamına gelmez. Biz bunu yaşayarak öğrendik.

Öğle Uykusu, İbrahim Paşalı

mektep binası


Son tenkidi, mektebin binasına karşı yapacağız. Medresenin içinde okunan kitapların kalın cildini andıran tipik bir yapı tarzı vardır. Bu üslûb, aynı zamanda kendi içine kapanan okuma adamının beli bükük oturuşunu da canlandırmaktaydı. Her nerede bu yapı tarzını görsek, oranın medrese olduğunu, orada kitap ve talebe bulunduğunu anlar ve sesimizi hürmetle alçaltırdık. Mektep devrinde, okuyanların yeri belli olmadı. Talebe kütlesinin barındığı her yere mektep denildi. Ama yapı, bir mektep binası mıdır? Buna ehemmiyet veren olmazdı. Her insanın gelişigüzel her çeşit iklimde barınamayacağı hesaba katılmadı. Eskimolarla zencilerin, Hintlilerle Sibiryalıların ayrı ayrı iklimleri olduğu gibi, talebenin de ruhuna uygun bir iklim vardır. Her binada ders okutulmaz. Barınılan binanın üslûbundan taşarak ruhlara dağılan telkin, ilmin "hazır ol!" kumandasıdır. Ancak böyle mekânlarda ders yapılır. Mâbetteki "ibadete hazır ol!" sesine benzer bir sesi her köşesinde sızdırmayan bina, mektep binası değildir. Yeni mektep, açıldığı günden beri, kendinin olmayan binalarda muhacir veya sığıntı gibidir. Şöyle böyle mektep denmeğe değerli yeni ilkokul yapıları bertaraf edilirse, orta, lise ve yüksek okul binalarımız yoktur. Bunların kimi saray, kimi konak bozması, kimi yurt, kimi devlet dairesi, kimi Yunan mektep binası, kimi eski beledie dairesi, bir kısmı da mektep diye yapılmış lâkin mektep ruhuyla alâkasız üslûpta yapılardır. Hiçbirisi mektep değildir. Türk mektep bina üslûbu diye karakterler taşıyan ve millî ruhumuzun bütün çizgilerinden taşıran bir üslûp tanımıyorum. İstanbul ve Ankara Üniversiteleri arasındaki derin ve esaslı üslûp başkalıkları da, müşterek Türk mektep üslûbu fikrine henüz sahip olmadığımızı göstermektedir. Halbuki memleketimizde bulunan yabancı mekteplerinin her birinin ayrı ve pek karakteristik üslûbu göze çarpıyor. Fransız liselerinin bir avlunun etrafını saran galeriler halinde, medreselerimizin loşluğuna mukabil, kilisenin sahte ruhaniyetini dolduran akademik yapıları; Almanların metafizik düşüncenin azametine teknik zaferin ışıklarını karıştıran kütle mimarisi; Amerikalıların büyük bahçelerin içinde dağınık villalar halinde serpilen kolejleri, bu milletlerin mektep mimarî üslûplarını yaşatmaktadır.

Pek acı bir hâdise ile karşı karşıyayız: Sadrıâzam konağının, vergi dairesinin, bankanın, kasap dükkanının birer yapı tarzı olsun da ruhları işleyen mektebin yapı tarzı olmasın!.. Buna hayretler gerekir. Hakikat şu ki: Caminin yanında, ruhumuzun hayatını en derinden kavraması lâzım gelen yapı ifadesini mektebe bağışlamak lâzımdır.

Mekânını yapamadığımızda bellidir ki, işin ruhunu bilmiyoruz. Mektebi ruhta idrâk etseydik, mekânda da yerine getirebilirdik.

Türkiye'nin Maarif  Dâvası, Nurettin Topçu

28 Nisan 2014 Pazartesi

âleme koşanlar


İnsan, her şeyi öğrenmek zorunda mıdır? Her şeyi bilenler, her şeyi bilmek için iştiyak duyanlar ve bu halleriyle övünenler, kendilerinden kaçıp âleme koşanlardır. Kendini bilmek için âlemle kendi benliklerinin temas noktalarına uzanan, bilgilerini burada toplayanlar ise gerçeği bilenlerdir. Bilgilerimizin Allah'tan eşya zerrelerine doğru derece derece basamaklanan hakikatler sahnesi olduğunu anlamayıp da gelişigüzel her şeyi öğrenmek isteyen hummalı olarak yaşamaya mahkûm bir şaşkındır. [Radyodaki bir bilgi yarışmasında] İpana'dan en çok puan kazananların, bunların arasından çıkmış olmasına şaşmayalım.

Öğreneceğimiz şeyler, her şeyden evvel şahsiyetimizin özetini teşkil eden âlemle ilgili olmalıdır. Ondan sonra, şahsiyetimizin hayatı için var olması zorunlu bilgileri edinmeliyiz. Lâkin varlığımızın derinlerine yerleştireceğimiz bilgi mutlaka şahsiyetmizin özüyle ilgili olacaktır. Edineceği bilgileri seçmeyip her görüp işittiğini öğrenen insanın bütün bilgileri faydasız ve değersizdir. İnsan, her an karşılaştığı hâdiselerle tasavvurları, onlar henüz zihnine yerleşmek isterken tasfiye etmesini bilmelidir. 

Bu tasfiye işi, düşüncenin hareketidir. Neyi bilip neyi bilmemesi lâzım olduğun düşünmek, düşüncenin ilk işidir. Ancak sansürden geçtikten sonradır ki, düşünce değer kazanır; faal ve gayeli hale gelir. Bize yük olmaktan çıkar, bizde bir makine olur. Halk, gelişi güzel her şeyi bilebilir. Âlim ve mütefekkir ise ancak kendine lâzım olan, kendini işleyen şeyleri bilir, pek çok şeyleri bilmekle övünen hâfıza hamalları, hayatta hiç bir baltaya sap olmayanlar, hiçbir işe yaramayanlardır. Denizlerin yüzünde ne kadar gezinsek, bir defa olsun dibine dalmadıkça ondaki hayat hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. Hangi yetinin olursa olsun, test metodu ile tanınışı, insandaki çok bilgiyi araştırdığı için, şuurun değer derecelerini tanıtmakta yetersiz ve hatalıdır. Rousseau'nun hâfızasının fevkalâde zayıflığı ile köpek tarafından ısırılmamak için, köpeğin üstünden atlamayı düşünen acayip ve pek düşük buluş kabiliyeti, dehâsının varlığına engel olmamıştır. Testler, ancak harekî tepkileri ölçmekte yeterli ve mâhir sayılabilirler. Dehâbir ferasettir, ferasetle ölçülür.

Türkiye'nin Maarif  Davâsı, Nurettin Topçu

maariften beklediklerimiz


Maariften beklediklerimizin gerçekleştiğini iddia edenler, bu iddialarını ispatta çok güçlük çekecekklerdir. En aşağı üç asırdan beri sarp kayalara çarpa çarpa harap olan maarif gemimiz, bugün kırık dökük bir tekne gibidir. Ancak büroya memur, eski tâbiriyle kalem efendisi yetiştiriyor. Bugün talebelik artık ilim yolculuğu değil, diploma avcılığıdır.

Muallimlik ise ne bir iman ve irşat yolu ne de fikir ve kültürün otorite merkezidir. Hattâ bir meslek bile değildir. Sadece küçük bir memuriyettir. Muallim, örnek adam da değil, boynu bükük bir memur, salâhiyetsiz bir öğretici, müdürün emrinde çalışan bir baremlidir.

Mektebe gelince; o artık ne mâbet ne yuva ne de ocaktır. Sadece ders odalarının bütününden ibaret bir devlet dairesidir. Biraz da kulüp, sahne, yardım müessesesi, kahve ocağı ve alışveriş yeridir.

Türkiye'nin Maarif Dâvası, Nurettin Topçu

26 Mart 2014 Çarşamba

deniz heykel tutmaz


İnandır beni dünya
İnandır yaşadıklarıma

Güçlüydüm
Uzaklardan gelir uzaklara gider sonbaharlara şaşırmazdım
Yüzümün gizli yerlerine ansızın binlerce resmiyle yağan bir harf
Bir harf vurdu beni dünya
İncecik bir çınar yaprağı düştü üstüme sarsıldı kalbim
Toprağa yağmur düşüyordu ah nasıl düşüyordu
Bir harf durmadan durmadan üşüyordu
Uzaklardan gelir uzaklara giderdim artık yıkıldım
Ben bu yıkılışı yağmurlardan öğrendim

Akşamı önüme bırakıp giden adam haklıydı
Kentler ayrıntıydı haritalar ayrıntıydı
İçinde tükendiğim şu hain hayatta
Herkesin yalnızlığı duvarda asılıydı
Nasıl söylesem dünya nereye bakıp söylesem
Çekinerek yaşadığım yılları her akşam
Çekinmeden ateşe attığımı nasıl söylesem
Ben sana emanetim bırakma beni
Dağıtma yüzümün menekşelerini
Bu şarkıyı yalnız bitirmek istemiyorum bunu nasıl söylesem
O harf yanlış denizlerde boğulurken
Ben doğru bir kelime olamam

İnandır beni dünya
Yıllar geçti ve bir şey kaybetmedim hayretimden
Herkes bir saat alsa da çoğalmaz zaman
Ve ben bazı şeyleri açıklayamam
Yetmezken birimizin açtığı boşlukta yalnız kalmaya
Neden kapansın göğsümde taşıdığım bu güzel yara
Kader kimi seçerse kaptan o olsun
 
Ben hangi pazartesiyi beklediğimi bilmiyorum.

Mevlana İdris 

20 Mart 2014 Perşembe

bazı fotoğraflar


kendini yatıştırıyor gün böylece akşam,
nasıl düşüyor içime bir kuş, anlatamam.

bir anlık dalgınlık saçların
dökülüyor omzuna - sırılsıklam.
bir şey var geminde, limanları onaran..

sıkıldım burada değilmiş gibi yapmaktan.
kendimi bir şeye benzetiyorum hep bir şeye..
koşuyorum endişeye açılıyor bütün kapılar.

cennetten bir parça gibi aramızda uzanan
ve tüm yansımalarda yüzünü arayan...
sana söyleyeceklerim şimdilik şu kadar:

kaldıramıyorum üzerime düşeni..
ikimiz için de böylesi daha iyi
diyor ayaklarım, gidiyorum.

sana bazı fotoğraflar yolluyorum.
bakarsın çabuk geçer zaman..
uykun gelir, tenin dağılır
gece, tertemiz siyah.

Muzaffer Serkan Aydın

17 Mart 2014 Pazartesi

arızî


Sınırsız yıkıcılığı nedeniyle algı düzeyimizi aşan, Baudrillard'a suç ortağı medyayı teşhir etmek için "bu olmadı, belki de olmadı" dedirten, modern, karanlık istilalara karşı bir mum yakan dünyanın bütün iyi insanları... Hepsi yükselen ruhlar. Şehit olanlar, sabredenler, paylaşanlar, ses ve el verenler...

Bu kitap kifayetsiz kelimelerden oluştu.

Bomba ve tel örgü medeniyetinin kendimizi de soğukkanlılıkla sorgulamamızı engellememesini dileyerek.

Derinlikli ve yüce bir ütopya uğruna enerjimizi birleştireceğimize inanarak.

Kötülüğün arızî olduğunu, aslolanın iyilik olduğunu bilerek.

Kitabın ortak belleğe küçük bir katkı olması, umudu çoğaltması duasıyla...

*graffiti Banksy'ye aittir.

9 Mart 2014 Pazar

ağaç giderse


İstanbul gittikçe ağaçsız kalıyor. Bu hâl, aramızdan şu veya bu âdetin, geleneğin kaybolmasına benzemez. Gelenekler arkasından başkaları geldiği için veya kendilerine ihtiyaç kalmadığı için giderler. Fakat asırlık bir ağacın gitmesi başka şeydir. Yerine bir başkası dikilse bile o manzarayı alabilmesi için zaman ister. Alsa da evvelkisi, babalarımızın altında oturdukları zaman kutladığı ağaç olamaz.

Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki biz bir asırdan beri, hattâ biraz daha fazla, ikisine de alıştık. Gözümüzün önünden şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş kaya tuzu gibi eriyor, kül, toprak yığını oluyor, İstanbul'un her semtinde sütunları devrilmiş, çatısı harap, içi süprüntü dolu medreseler, şirin, küçük semt camileri, yıkık çeşmeler var. Ufak bir himmetle günün emrine verilecek halde olan bu eseler her gün biraz daha bozuluyor. Âdeta bir salgının, artık kaldırmaya yaşayanların gücü yetmeyen ölüleri gibi oldukları yerde uzanmış yatıyorlar. Gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile öğrendiğimiz gün mesut olacağız.

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar

yedi kubbe


İşte Sinan bunu yapar. Yaratıcı, nizam verici hamleleriyle İstanbul ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istalaktiti, asırlık şekilleri birbirine karıştırır; nisbetleri değiştirir, tenazurları kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi, her şeyi genişletir, büyütür, sayıları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkartır. 

Her mimarî üslûbu belli başlı birkaç mesele etrafında toplanır. Sinan geldiği zaman imparatorluk mimarlığının başlıca iki meselesi vardı. Bunlardan biri yapıya şeklini, hüviyetini veren kubbe idi. Öteki de yan cephelerin düz duvar biteviyeliği idi. Sinan, ikisiyle de âdeta oynar. Kubbeyi içerden mâbedin üstüne, mesnetleriyle alâkası görünmeyecek şekilde asar. Dışardan ise yarım kubbe, küçük gerdanlık kubbeler ile, oyunlarla onu bütün büyük nisbetlerine rağmen âdeta tabiî bir teşekkül hâline koyar. 

Yan cephe meselesini ise daha Şehzade Camii'nde halleder. Onun kemer, sütun, galeri ve pencerelerle yaptığı terkipler varyasyonu gerçekten şaşılacak şeydir. Zaten büyük ile zarifi, organik ile süsü bu kadar birbirinde bulan deha azdır. Ritmi nasıl kırar, nasıl yeniden ona döner? 

 Fakat asıl şaşırtıcı tarafı yaratıcılığındaki genişliktir. Herkes Şehzade'nin kubbelerine hayran iken, o kendisini Süleymaniye'nin aydınlık boşluğuna bırakır ve kartal kanatlarının tek bir süzülüşü ile İstanbul'un bir tarafını Boğaz'ın yarısına kadar doldurur. Oradan velveleli bir uçuşla eski payıtahta, Edirne'ye geçer, Selimiye'nin mücevher çağlayanlarını kurar. Arada çifte Mihrimahları, Rüstem Paşa'ları, Piyale'leri, Kılıç Ali'leri; Sokullu camileriyle, medreseleriyle, su kemerleriyle, türbeleri, çeşmeleriyle, sarayları ve köşkleriyle, küçük mescitleriyle, İstanbul'u baştan başa fethetmişti. Kim bilir, bıraksalardı, imparatorluğun kendisi kadar geniş ve zengin sanatı belki de bütün İstanbul'u yedi tepesinde yedi kubbeyle tek bir bina hâlinde işler, bu kubbeleri vadilerin üstünden aşan ve sırrı yalnız kendisinde olan kemer galerilerle birbirine bağlar; aralarından büyük ağaçların yeşilliğini bir mükâfat gibi fışkırtır; tatlı meyillere medreselerini, şifahanelerini oturtur; taştan ebediyet rüyasını kademe kademe üç kıyıya kadar indirirdi. 

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar