16 Haziran 2012 Cumartesi

çay



Baş köşeyi kim aldı, kime verdin? 
Bir bardak soğuk su gibidir onlar 
Ellerinin uzandığı her masada taş gibi bir çay.


Bizim içtiğimiz çay da çaydır.
Çarpık dudaklı, ezik gözlü allı mavili çaylar 
Şehirlerden çok güneş vardır o çaylarda 
O çaylar dağları bin parça eder getirir. 
Yaşamayı çağıl çağıl getirir. 
Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir onlar 
Judy Garland gibi çay, kan gibi çay


O çaylardan su içenlerin gözleri 
Benim çay bardağımda senin gözlerin olur 
Senin gözlerin sizin çay bardağınızda.


Sezai Karakoç

3 Haziran 2012 Pazar

sükût suikasti




Suavi Kemal Yazgıç

“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla… Ben kalemle doğmuşum.”
Cemil Meriç

Okumaya ve yazmaya adanmış bir ömrün, eserlerle taçlanmış bir neticesidir anlatmak istediğim. Ancak bu noktada “Okumanın ve yazmanın boş bir heves olarak kabul edildiği bir ülkede okumaya ve yazmaya adanmış bir ömrün kıymeti harbiyesi nedir?” diye sormak istemiyorum. İnsanların her şeyi bildiği bir ülkede yaşıyoruz çünkü. Evet, her şeyi biliyorlar. Çünkü bu insanların liderleri, ağabeyleri, günlük gazeteleri, televizyonları, okulları onlara günün, partinin, camianın, cemaatin geçerli doğrularını ezberletiyor. Kimin hain, kimin kahraman olduğu sorusuna verilecek “paket” cevaplarla dolaşan bu insanlara ellerindeki paketlerin boş olduğunu söylemek ne mümkün? Ya da zamanla “paketlerin” el yordamıyla değişmesine paralel olarak “kahraman” ve “hainler”in yer değiştirdiğini, fikrî hayatın konjonktürel sloganlardan ibaret tutulmasının gizli bir sansür mekanizması gibi sürekli işler hâlde tutulduğu bir ülkede sıradanlığın konforlu sırasına girmeyi reddeden bir insanı nasıl anlatmalı? İnsanları George Orwell’in 1984 adlı romanın anlattığı konjonktüre göre tarihini ve dilini değiştirme olayının bilfiil yaşandığı bir ülkede ezberden konuşmayan ve mevcut ezberleri sorguya çeken bir aydını anlamak için nasıl davet etmeli?

“Paket” cevapların içinin boş olduğunu göstermek için iğneyle kuyu kazarak geçti Cemil Meriç’in  ömrü.

Okudu ve yazdı…
Yazdı ve okudu…

Şifahi bir toplum olduğumuz yani sohbetin en önemli kültür aktarma ve yaşatma aracı olarak hâlâ bizim için önemli bir yeri olduğunu bildiği için de anlattı, anlattı, anlattı…Bir hocaydı o aynı zamanda. Gençlerin etrafına toplandığı, sürekli sorularla karşılaşan ve birikimini yazılarında olduğu gibi ve belki de yazılarında olduğundan daha da fazlasıyla sohbetleriyle aktaran bir hoca. Sürekli uyanık, sürekli müteyakkız zihnini besleyen en önemli dinamiklerden biri de bu akıştı zaten.

Cemil Meriç’i “hayatın”, “tarihin”, deli gömleği olarak tarif ettiği “ideoloji”lerin bir noktasında donup bir kalıba teslim etmeyen de bilgiye, hakikate olduğu kadar akışa olan tutkusuydu zaten. “Okumak” ise Cemil Meriç için asıl mesaisini işgal ediyordu.

Bu durumda Meriç’in adresi tarif edilirken evinin en belirgin ayırt edici vasfı olarak “caddeden geçerken kitapları görürsünüz” denilen bir evde yaşamasından daha normal bir şey olamaz (Çınarlı, 1979: 186). O, pakete değil hakikate talip bir okuryazar. Okuryazarlığın hakkını öylesine tutkuyla vermeye çalışıyor ki bu bütün hayat rotasını belirliyor.

Çilekeşimiz dış dünyaya kapanan gözlerini içe(içimize) çevirmiş. Yeni sorular bırakmış ufkumuza, sahicilik tutkusunun ürünü yakıcı sorular seçmediği inzivasında fikirlerini ağır ağır olgunlaştırmış. Ona gösterilen uzletten 
yazılarıyla haykırmış.

Ya duyulmamış yahut fütursuzca kulak arkası edilmiş.
Kadirşinaslığın yangınında kavrulmuş, bahası ömre bedel bir mücadelenin adamı olmuş.

Ne Mülkiye Ne Mülkiyet

Balkan Harbi’nin 1912’de evinden, yurdundan ettiği sayısız ailelerden biri Meriç’in ailesi. Cemil Meriç, Dimetoka’dan hicret eden ailenin Hatay’da doğan çocuğu. Doğu ile Batı arasındaki o derin çatlak üstünde yaşamış, köklerini aramış, kimliğini bu arayış sancıları içinde var kılmıştır Meriç. Hatay tam bir kültürel fay hattıdır. Hatay’ı fay hattı kılan sadece Doğu ile Batı arasında yer alması değildir. Eski ile yeni arasında da yer alır Hatay. Anayurda iltihakına kadar kaldırılmış elifba geçerlidir orada. Ve Cemil Meriç, lise yıllarına kadar alfabeyi değil elifbayı kullanır.

Her yerin yabancısıdır o. Ancak bu yabancılık onu kendine bir yer aramaya ve bulmaya itmiştir. Bu yabancılık, onun arayışını sürdürmesinde yakıt görevi üstlenmiştir. Bu yabancılığın içini kavurduğu hasret yüzünden Meriç bulduğuyla, kendisine sunulanla yetinmemiştir.

Fransız işgalindeki Hatay’da Türklüğünü vurgulayabilmiş olması lise mezuniyetine, dolayısıyla Mülkiyeli olmasına mani olur. Mülkiyeli olamadığı için mülksüzlüğe adım atmıştır. İstanbul’da tuhaf ve tehlikeli bir taşralı olarak algılanır. 1939’da Hatay hükümetini devirmeye teşebbüs suçundan idam talebiyle yargılanırken “Ben Marksistim” diye haykırabilmiş, beraat de etse mimlenmiş bir insandır. Hüsamettin Arslan’ın “Cemil Meriç2” dediği bu haykırıştır işte. (Edisyon, 1998:35). Ancak Arslan’ın tasvir ettiği 3 Cemil Meriç’te de yani “Osmanlı kültürü ile yoğrulmuş otantik” Cemil Meriç 1, “faustvari” Cemil Meriç 2 ve ”evine dönen” Cemil Meriç 3’te de onun hakikate duyduğu açlığı okumak mümkündü. Otantik hâliyle yetinmemesinde de Marx’a hicret etmesinde de eve dönmesinde de yani hayat boyu sürdürdüğü uçbeyliğinde Cemil Meriç’i yönlendiren iç motivasyonun kaynağı hep bu açlıktır işte. Pascal “insan büyüklüğünü bir uca giderek değil, her iki uca dokunarak gösterir” demekte… Cemil Meriç’in büyüklüğünü hesap edebilmek tabii ki ayrı büyüklük.

“Belde-i nur” diye gittiği Paris “okuduğu romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi”, gözleriyle ilgili son tedavi umudunu da kaybetmiştir orada.

Çetesizliğin Uzun Yolu

Meriç, yaban kalmak istememiş ama zihinsel vatanı olan kimliğini bulmak için yoldan gitmeyi tercih etmiştir. Seçtiği yolu uzatan ise “hiçbir çeteye mensup olmamayı” seçmesinden kaynaklanır. Bir çeteye mensubiyet ise öncelikle “şube müdürü” olmaya talip olmaktan geçer. Bu yüzden olsa gerek “revaçta” olan bir nevzuhur fikir adamının Türkiye şubesi olarak anılmayı başarmak, kariyer yıldızını parlak tutmak için yeterlidir. Ancak Cemil Meriç kolay olanla ilgilenmemiştir. Onun tutkusu hakikate yöneliktir çünkü. Kariyerizme değil. Bu yüzden kestirmelerin, kolayca dönülen köşelerin dayanılmaz kolaylığı onu cezbetmemiştir. Oysa entelektüel tarihimiz, el yordamıyla bulunmuş ve ardı arkası sorgulanmadan kabullenilerek insanları ikbale erdirecek bir merdiven niyetine kullanılmış ve eskimeye mahkûm yeni fikirler mezarlığına çevrilmiş durumda çıkar karşımıza.

Bu mezarlıkta Cemil Meriç’in yerinin olmamasını ise Mustafa Armağan’dan okumak mümkün: “Size tuhaf gelecek belki, ama ben Cemil Meriç’in “yeni” bir şey söylediği kanaatinde değilim. Çoğu Cemil Meriç havarisi onun hep yeni ve özgün şeyler söylediği yolunda mavallar anlatıyor bize. Ancak bu sözler onu anlamadıklarını gösteriyor sadece. Çünkü “yeni” dediğimiz şey nedir? O anda, o şahıstan zuhur etmiş bir düşünce veya görüş. Peki bu görüşün “yeni” olduğuna nasıl kanaat getireceğiz? Tabii ki onu “eski” ile kıyaslayarak. Bu durumda “yeni” dediğimiz şeyin aslında “eski”nin bir devamı, yani geleneğin aslî anlamıyla “eski”nin üzerine yapılmış bir yorum olması icap eder. Ben Cemil Meriç’in çağdaşı Türk aydınlarından ayrıldığı noktanın belki onu yukarıda kullandığım anlamda “yeni” yapan şeyin bu “eski”ye hâkimiyeti olduğunu düşünüyorum.” (Armağan, Coşkun 2004:18).

Gayyada Bekleyen Kitaplar

“Bir Dünyanın Eşiğinde”, “Bu Ülke”, “Umrandan Uygarlığa”, “Kültürden İrfana”, “Bir Facianın Hikayesi”… yazdığı kitaplar derin bir gayyaya atılmış taşlardı. Aks-ı seda duymak için sabırla bekledi. Sessizliğe teslim olmadı. Issız adasında şişe içinde mesajlar yolladı. Beklentisi kalmamıştı gerçi. Yine de devam etti. Batı’ya doğru giderken Hindistan’a vardı.

Ganj kıyılarında gördüğü rüyayı “türbem” diye tanımlayacaktı. Uzun ve sabırlı bir çıraklık döneminde nihayetinde “sen bizden değilsin” nidasıyla daldığı aldanış uykusundan kan ter içinde uyandı ve ütopyanın ezici hafifliğini bir kenara bırakıp ülkesini tanıyarak hayat tablosunu “vuzuha” ve “şuura” kavuşturdu.

İzmlerin, ayaküstü tüketilecek paketlenmiş fikirlerin, kaynağı ve dayandığı meçhul ve karanlık ön yargıların dışında ülkesine, tarihine ve toplumuna angaje olmaya cesaret etti. Ta en başta bilmeye cüret ederek attığı ilk adımla bu neticeye doğru yol almaya başlamıştı zaten. Mecrası ve istikameti onu nihayete sevk etti: Eser’e.

Bütün uğraşı sağırların duvarına çarptı, daha kötüsü, duymak isteyenlerin. Hint’te sağcı diye damgalandı. Saint Simon’da solcu diye. Sol, diyaloğu hepten kopardı. Bir kitabın Ötüken’den basılmış olması aforoz edilmeye yeterdi. Okumadığından şikâyet ettiği sağ, ona sözlerini yayacak imkânlar tanıdı. Onun çığlığını sığ bir sessizlikle boğmak istediler.

Sükût suikastine yenilmedi Cemil Meriç.
Meriç’i yenemeyen “sükût suikasti”, onun daha da güçlü olmasını sağladı.

Üstadın Attila İlhan’a yazdığı mektup, onun hâlinin en öz beyanıdır: “Her kitap, meçhule yollanan mektup, meçhule yani adresi olmayana. Bazen bir S.O.S., bazen bir aşk mektubu, bazen yıldızlara atılan bir kement, fakat daima bir çoğalmak, bir yalnızlıktan kurtulmak arzusu. Sanat bu manada, yeni bir dünya yaratmak cehdidir, daha doğrusu Tanrı’nın murdar, rezil, pespaye dünyasını dostlarla doldurma cehdi.” (Meriç 1993: 189).

“Umrandan Uygarlığa” ve “Kültürden İrfana” Giden Yol

Uzun bir yolculuktur Cemil Meriç’in yazı macerası. İlk yazısı olan “Geç Kalmış Bir Muhasebe” (1933) ile tamamen kendisine ait ilk telif kitabı olan “Hint Edebiyatı” (1964) arasında geçen 31 yıl boyunca ağır ağır örer kozasını. Eserlerinin önemli bir bölümü ise 1974 ile 1985 arasındaki dönemde yayımlanır.

Onun soruları bir davettir.

“Biz” adını verdiğimiz topluluk kimlerden oluşur? Bu ülke nasıl bir ülkedir? Kimin ülkesidir? Bu zehirden soruları hatırlatır okuyucularına. “Bu Ülke” : Büyük bir meydan okuyuş. Hem de karşılık alamamış  bir meydan okuyuş. Sonraki eseleri de bu toplumdan neşet eden, bu kitaptaki sorunları derinleştiren, büyüten eserler. O pınardan çağlayan nehir.

Bütün çilesinin özü: Bu Ülke
Bu Ülke: Bütün eselerinin tohumu.
O, alemini bu tohumda gizledi.

Topyekûn eserleri, kitaplardan inşa edilmiş bir kıtayı anlatan; öğrenmek, öğretmek tutkusundan doğan bir seyahatname ve aynı zamanda da bu büyük cehdin ürünü olan seyahate başkalarını da çağıran sahici devetiyelerdir.

Hakikate talip olan her okur bu davetiyenin esas muhatabıdır.

Tabii yüreğiniz ve beyniniz, henüz iğrenç iğvanın çarklarına kapılmamışsa…

Kaynaklar

Armağan, Mustafa; Coşkun, Sezai, Bulutları Delen Kartal, Ufuk Kitap, İstanbul, 2004
Çınarlı, Mehmet, Sanatçı Dostlarım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1979
Edisyon, Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları, Yayıma Hazırlayanlar: Ayşe Çavdar, Ergün Meriç, İz Yayıncılık, 1998
Meriç, Cemil, Jurnal C2, Yayıma Hazırlayanlar: Mahmut Ali Meriç, İletişim Yayınları, 1993.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

bayrak yarışı


Akşam oluyordu, sınıfa bir gariplik çökmüştü. Bana yeni devredilen talebelerimin yüzlerine şöyle bir baktım. Bir kütle olduklarını düşünürüm onların; yalnız ön sırada oturanlar biraz insana benzer, ötekiler onları saran bir yığındır. Ben de ön sıraya baktım, şöyle bir baktım yani. Onların bakışları, her zamanki gibi donuktu, ifadesizdi; ama, gene her zamanki gibi, bilinmeyene karşı duyulan korkuyla doluydu: Beni tanımak istiyorlardı. "Hocamız rahatsız," dedim onlara. "Biz" diliyle konuşuyordum her zamanki gibi: "Bir süre birlikte yürüteceğiz dersleri." Biri, arka sıralardan biri adımı sordu. Tahtaya yazdım. Sonra profesör olduğumu da öğrendiler. Bunları hep arka sıradakiler sordu. Ön sıradakiler daha ciddi görünmeye çalışırlardı. Onlar da hangi kitapları tavsiye edeceğimi sordular. Refik Beyin kitabı yoktu: kitabın icadından önce profesör olmuştu. Benim kitabım vardı. Biraz ısrar etmelerini bekledikten sonra kitabımın adını da yazdım tahtaya. Yılda bir iki kere yayımlanan dergilerde de bazı makalelerim çıkmıştı. Uzak ülkelerde yaşayan ve matematik dünyasında bile çok az kişiyi ilgilendiren konularla uğraşan meslektaşlarımın işine yarayabilecek şeyler... bilim denizinde sonsuz küçük birkaç nokta... Başka araştırmalarda, 'Prof. S. Gözbudak'ın aynı konudaki araştırması' şeklinde bir dip notu... Bunların adlarını tahtaya yazmadım tabii. Henüz o kadar kendimden geçmemiştim. Başka kitap adları da yazdım: tavsiyelerime tarafsız bir görünüm vermek için. "Siz hangisini tavsiye edersiniz?" diye sordu ön sıradan biri. Hep bunu sorarlardı. Talebe denilen şekilsiz kütle her yıl başkalaşır; fakat içlerinden bazıları sanki yarıştaki bayrak gibi yıldan yıla hiç değişmeden aktarılırdı. Bu öğrenciyi sanki yıllardır tanıyordum. Sanki yıllardır aynı soruyu bıkmadan usanmadan soruyordu bana. Ben de yıllardır gene bir bayrak gibi taşıdığım, "Kendi kitabımı tavsiye etmem," karşılığını verecektim ve yıllardır değişmeyen biçimde gülünecekti cevabıma. Ne bitmez bir bayrak yarışıydı bu, Allahım!

Eylembilim, Oğuz Atay 

12 Mayıs 2012 Cumartesi

kuş koysunlar yoluna

11 Mayıs 2012 Cuma

sosyalist blok


"Sosyalist blokta" 1989'da başlayan dramatik değişmenin belli bir geçmişi olduğunu söylemek bile fazla. Şimdi değindiğimiz gibi olayın başlangıcı 1960'lı yıllara (yumuşama dönemi) kadar geriye gitmektedir. Yumuşama döneminde ilk fark edilen faktör, sosyalist ülkelerin teknoloji alanında Batı'nın, özellikle ABD'nin en az 30 yıl, bazı sektörlerde 40 yıl gerisinde kaldığı gerçeği idi. Artı, üretim ve tüketim alışkanlıklarının da Batı âlemi standartlarına göre az gelişmiş düzeyde seyretmesi vakıası idi. İşte sosyalist blokun teknolojik yönden geri kalmışlığı, üretim ve tüketim harcamalarında belli bir düzeyi tutturamamış olmasından doğan boşluk, Batı'nın çok uluslu şirketlerince doldurulmuştur. Başka bir söyleyişle, çok uluslu şirketler sosyalist ülkelere yatırım teklifleriyle geldiklerinde, ilkin belli bir tepkiyle karşılaşmışlar ise de, olayın vahameti (yani sosyalist blokun geri kalmışlığı) kısa sürede anlaşılmış ve kabul görmüştür. 1989'da başlayan fiilî çözülmenin temelinde söz konusu iktisadî - ticarî - teknolojik amillerin rolü bulunduğu teslim edilmelidir. Bu gerçeği Yugoslavya, daha Tito zamanında görmüş ve daha o zamandan (tepkilere rağmen) kapılarını Batı sermayesine açmıştı. Bu olayı bir başka anlamı, Yugoslavya'nın Sovyetler Birliği'nden, daha o tarihlerde, bağımsız hareket etme arzusu ve iradesi olarak yorumlanmalıdır. O tarihlerde sosyalist ülkelere ve ilkelere ihanetle suçlanan Yugoslavya'yı çok geçmeden bütün Sovyet ülkeleri izlemiştir. Daha 1989'da görünen manzara şu idi: Sosyalist bloka mensup ülkelerin insanları, kapitalist âlemin pazarı haline gelecekti. Bu durumda 1. Sosyalist ülke insanlarının bazı özlemlerini (üretim ve tüketim düzeylerinin yükseltilmesi) tatmin edecek, 2. Kapitalistlere de hem yeni pazarlar edinmek, hem yeni yatırım mekânları sağlamak suretiyle kârlarını katlama fırsatını kazandıracak bir değişimin arifesinde bulunuyorduk.

Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, Rasim Özdenören

8 Mayıs 2012 Salı

zincirleme kaza



Kapitalizmin temel özelliği faizli sistem olmasıdır. Ve bütün sorunların anası da faizdir. Faiz, üretim maliyetinin yükselmesine yol açar, üretim maliyetinin yüksekliği fiyatın yükselmesini doğurur, fiyatın yükselmesi talebi azaltır, talebin azalması üretimi azaltır, üretimin azalması bazı işçilerin işine son verilmesini gerektirir, bu durum toplum çapında işsizlik demektir. Öte yandan, bu toplumda yaşayan insanların her şeye rağmen satın alma güçlerini desteklemek gerekir, bu destek ancak suni yollardan sağlanabilir (emisyon hacminin genişletilmesi, yani karşılıksız para basımı suretiyle), işte burada ikinci bir handikaba, enflasyon handikabına girilir. Enflasyonun ve işsizliğin olduğu bir toplumda akla gelebilecek her tür suç ika edilir ve suç işlemek o toplumun günlük yaşantısı içinde yer alır. Bu suçlar illa cebir ve şiddet yoluyla işlenenler olmayabilir, kuşkusuz o da vardır, ama onun yanında “beyaz yaka suçları” denilen ve genelde ülkenin yönetimini elinde tutan politikacılar ve bürokratlar tarafından işlenen suçlarda artış görülür.

Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, Rasim Özdenören

24 Nisan 2012 Salı

tahammül, keder, hüzün


Sözgelimi, Japonya'da yakın zamana kadar antidepresanlar yaygın bir kabul görmüyordu. Küresel rüzgârlar muhafazakâr Japonya'nın psikiyatri bilimine de tesir ederek bu ilaçların pazardaki yerini almasını sağladı. ABD psikiyatrisinin etkisiyle, Japonya'da da son beş yılda giderek artan sayılarda yeni ilaçlar tüketilmeye başlandı. Oysa bu ilaçların getirdiği uçarı neşe hali ve parlaklık, Japon geleneği içinde olumlu kişilik özellikleri olarak değerlendirilmiyordu. Keder, Japon toplumuna kaybı, geçiciliği ve kusurluluğu hatırlattığı için hoş karşılanmaktaydı. Kişinin sıradan keder ve yası yaşamasını engelleyecek bir ilacın onun kişiliğine, duyarlılığına ve manevi gelişimine zarar vereceği düşünülürdü. Keder ve kayıplara duyarlı bir biçimde verilen tepki, Japonya'da her zaman çok önemli olmuştur. Tiyatro, edebiyat, geleneksel ve modern halk şarkıları; nostaljiye, kayıp ve yas duygularına, şeylerin geçiciliğine olumlu göndermelerle doludur. İnsanlar ayrılık ve kayıp durumlarında rahatça ağlarlar; fakat aynı zamanda bu yaşantılardan güç devşirirler, hayatta kalanlarla bağlarını güçlendirirler ve grup dayanışması sağlarlar. Öfke ve huzursuzluktan farklı olarak, hüzün, yas ve melankoli bu dünyanın geçiciliğini hatırlattıkları için âdeta buyur edilirler. Konfüçyüsçülük ve Budizm, tahammülü öne çıkarır, keder ve hüzne bir içsel gelişim vasıtası olarak değer verirler. Dışadönüklük, girişkenlik, sokulganlık ABD'de bir satıcı için vazgeçilmez kişilik özellikleri; bir Japon için ise duyarsız ve hoyrat toplumsal davranışlardır.

Kalbin Direnişi, Kemal Sayar

19 Nisan 2012 Perşembe

contra


Sakin bir ilişkinin imkânsızlığı, aslında son derecede doğal bir sonuca daha yol açtı: Konuşmayı unuttum. Belki zaten büyük bir hatip olmayacaktım, ama insanların sıradan akıcı konuşmasına sahip olabilirdim. Ama sen daha çok küçükken sözü bana yasakladın, "Tek bir itiraz yok!" tehdidi ve yanı sıra kalkan el, o zamandan beri bırakmıyor peşimi. Senin karşında -kendi meselelerin söz konusu olduğu sürece mükemmel bir hatipsindir- tıkanan, kekeleyen bir konuşma tarzı edindim, bu kadarı bile çok fazlaydı senin için, sonunda sustum, önceleri belki inattan, daha sonra ise senin karşında ne düşünebildiğim ne de konuşabildiğim için. Ve benim asıl eğitmenim sen olduğun için de, hayatımın her alanını etkiledi bu. Sana itaat etmediğimi düşünmen, çok tuhaf bir yanılgı. "Daima her şeye contra", senin sandığın ve beni suçladığın gibi, senin karşında gerçekten hayatımın temel ilkesi olmadı. Tam tersine: Eğer sana daha az uysaydım, benden çok daha hoşnut kalırdın mutlaka. Tüm eğitim tedbirlerinin tam yerini bulduğunu söylemek çok daha doğru; tek bir müdahaleyi savuşturmayı denemedim; ben olduğum halimle, senin eğitiminin ve kendi itaatkârlığımın bir sonucuyum (temel yapım ve hayatın etkileri dışında tabii). Bu sonucun yine de seni utandırması, hatta farkında olmaksızın bunu kendi eğitiminin bir sonucu olarak kabullenmeyi reddedişin, tam da senin elinin ve bendeki malzemenin birbirlerine bunca yabancı olmasındandır. Derdin ki:"Tek bir itiraz yok!" Ve böylece sana rahatsızlık veren, içimdeki karşıt güçleri susturmak isterdin, ancak bu etki benim için fazla güçlüydü, ben fazlasıyla itaatkârdım, tümüyle suskunlaşır, senden saklanır ve ancak kudretinin bana, en azından doğrudan, erişemeyeceği kadar uzaklaştığımda kıpırdamaya cesaret edebilirdim. Oysa sen karşıda dururdun ve bu durum yalnızca senin gücünün ve benim zayıflığımın olağan sonucuyken, her şey sana yine "contra" gibi görünürdü.

Babaya Mektup, Franz Kafka

10 Nisan 2012 Salı

tünel



Ateşçi gelir, kömür atar ve tren
Deler sizin karanlığınızı
Ateşçi gelir, kömürü karıştırır ve tren
Çıkar sizin karanlığınızdan

Sizin tünelinizi hatırlıyorum sanki
Tren değil yolcular geçiyordu
Ve hatırlamıyorum bundan
Daha karanlık bir yolculuğu

Nasılsa kendi karanlığınızdan
Bir gün siz de geçersiniz
Çıkar karşınıza bir avuç kül
Ve söndü sönecek ateşiniz

Haydar Ergülen