26 Mart 2014 Çarşamba

deniz heykel tutmaz


İnandır beni dünya
İnandır yaşadıklarıma

Güçlüydüm
Uzaklardan gelir uzaklara gider sonbaharlara şaşırmazdım
Yüzümün gizli yerlerine ansızın binlerce resmiyle yağan bir harf
Bir harf vurdu beni dünya
İncecik bir çınar yaprağı düştü üstüme sarsıldı kalbim
Toprağa yağmur düşüyordu ah nasıl düşüyordu
Bir harf durmadan durmadan üşüyordu
Uzaklardan gelir uzaklara giderdim artık yıkıldım
Ben bu yıkılışı yağmurlardan öğrendim

Akşamı önüme bırakıp giden adam haklıydı
Kentler ayrıntıydı haritalar ayrıntıydı
İçinde tükendiğim şu hain hayatta
Herkesin yalnızlığı duvarda asılıydı
Nasıl söylesem dünya nereye bakıp söylesem
Çekinerek yaşadığım yılları her akşam
Çekinmeden ateşe attığımı nasıl söylesem
Ben sana emanetim bırakma beni
Dağıtma yüzümün menekşelerini
Bu şarkıyı yalnız bitirmek istemiyorum bunu nasıl söylesem
O harf yanlış denizlerde boğulurken
Ben doğru bir kelime olamam

İnandır beni dünya
Yıllar geçti ve bir şey kaybetmedim hayretimden
Herkes bir saat alsa da çoğalmaz zaman
Ve ben bazı şeyleri açıklayamam
Yetmezken birimizin açtığı boşlukta yalnız kalmaya
Neden kapansın göğsümde taşıdığım bu güzel yara
Kader kimi seçerse kaptan o olsun
 
Ben hangi pazartesiyi beklediğimi bilmiyorum.

Mevlana İdris 

20 Mart 2014 Perşembe

bazı fotoğraflar


kendini yatıştırıyor gün böylece akşam,
nasıl düşüyor içime bir kuş, anlatamam.

bir anlık dalgınlık saçların
dökülüyor omzuna - sırılsıklam.
bir şey var geminde, limanları onaran..

sıkıldım burada değilmiş gibi yapmaktan.
kendimi bir şeye benzetiyorum hep bir şeye..
koşuyorum endişeye açılıyor bütün kapılar.

cennetten bir parça gibi aramızda uzanan
ve tüm yansımalarda yüzünü arayan...
sana söyleyeceklerim şimdilik şu kadar:

kaldıramıyorum üzerime düşeni..
ikimiz için de böylesi daha iyi
diyor ayaklarım, gidiyorum.

sana bazı fotoğraflar yolluyorum.
bakarsın çabuk geçer zaman..
uykun gelir, tenin dağılır
gece, tertemiz siyah.

Muzaffer Serkan Aydın

17 Mart 2014 Pazartesi

arızî


Sınırsız yıkıcılığı nedeniyle algı düzeyimizi aşan, Baudrillard'a suç ortağı medyayı teşhir etmek için "bu olmadı, belki de olmadı" dedirten, modern, karanlık istilalara karşı bir mum yakan dünyanın bütün iyi insanları... Hepsi yükselen ruhlar. Şehit olanlar, sabredenler, paylaşanlar, ses ve el verenler...

Bu kitap kifayetsiz kelimelerden oluştu.

Bomba ve tel örgü medeniyetinin kendimizi de soğukkanlılıkla sorgulamamızı engellememesini dileyerek.

Derinlikli ve yüce bir ütopya uğruna enerjimizi birleştireceğimize inanarak.

Kötülüğün arızî olduğunu, aslolanın iyilik olduğunu bilerek.

Kitabın ortak belleğe küçük bir katkı olması, umudu çoğaltması duasıyla...

*graffiti Banksy'ye aittir.

9 Mart 2014 Pazar

ağaç giderse


İstanbul gittikçe ağaçsız kalıyor. Bu hâl, aramızdan şu veya bu âdetin, geleneğin kaybolmasına benzemez. Gelenekler arkasından başkaları geldiği için veya kendilerine ihtiyaç kalmadığı için giderler. Fakat asırlık bir ağacın gitmesi başka şeydir. Yerine bir başkası dikilse bile o manzarayı alabilmesi için zaman ister. Alsa da evvelkisi, babalarımızın altında oturdukları zaman kutladığı ağaç olamaz.

Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki biz bir asırdan beri, hattâ biraz daha fazla, ikisine de alıştık. Gözümüzün önünden şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş kaya tuzu gibi eriyor, kül, toprak yığını oluyor, İstanbul'un her semtinde sütunları devrilmiş, çatısı harap, içi süprüntü dolu medreseler, şirin, küçük semt camileri, yıkık çeşmeler var. Ufak bir himmetle günün emrine verilecek halde olan bu eseler her gün biraz daha bozuluyor. Âdeta bir salgının, artık kaldırmaya yaşayanların gücü yetmeyen ölüleri gibi oldukları yerde uzanmış yatıyorlar. Gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile öğrendiğimiz gün mesut olacağız.

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar

yedi kubbe


İşte Sinan bunu yapar. Yaratıcı, nizam verici hamleleriyle İstanbul ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istalaktiti, asırlık şekilleri birbirine karıştırır; nisbetleri değiştirir, tenazurları kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi, her şeyi genişletir, büyütür, sayıları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkartır. 

Her mimarî üslûbu belli başlı birkaç mesele etrafında toplanır. Sinan geldiği zaman imparatorluk mimarlığının başlıca iki meselesi vardı. Bunlardan biri yapıya şeklini, hüviyetini veren kubbe idi. Öteki de yan cephelerin düz duvar biteviyeliği idi. Sinan, ikisiyle de âdeta oynar. Kubbeyi içerden mâbedin üstüne, mesnetleriyle alâkası görünmeyecek şekilde asar. Dışardan ise yarım kubbe, küçük gerdanlık kubbeler ile, oyunlarla onu bütün büyük nisbetlerine rağmen âdeta tabiî bir teşekkül hâline koyar. 

Yan cephe meselesini ise daha Şehzade Camii'nde halleder. Onun kemer, sütun, galeri ve pencerelerle yaptığı terkipler varyasyonu gerçekten şaşılacak şeydir. Zaten büyük ile zarifi, organik ile süsü bu kadar birbirinde bulan deha azdır. Ritmi nasıl kırar, nasıl yeniden ona döner? 

 Fakat asıl şaşırtıcı tarafı yaratıcılığındaki genişliktir. Herkes Şehzade'nin kubbelerine hayran iken, o kendisini Süleymaniye'nin aydınlık boşluğuna bırakır ve kartal kanatlarının tek bir süzülüşü ile İstanbul'un bir tarafını Boğaz'ın yarısına kadar doldurur. Oradan velveleli bir uçuşla eski payıtahta, Edirne'ye geçer, Selimiye'nin mücevher çağlayanlarını kurar. Arada çifte Mihrimahları, Rüstem Paşa'ları, Piyale'leri, Kılıç Ali'leri; Sokullu camileriyle, medreseleriyle, su kemerleriyle, türbeleri, çeşmeleriyle, sarayları ve köşkleriyle, küçük mescitleriyle, İstanbul'u baştan başa fethetmişti. Kim bilir, bıraksalardı, imparatorluğun kendisi kadar geniş ve zengin sanatı belki de bütün İstanbul'u yedi tepesinde yedi kubbeyle tek bir bina hâlinde işler, bu kubbeleri vadilerin üstünden aşan ve sırrı yalnız kendisinde olan kemer galerilerle birbirine bağlar; aralarından büyük ağaçların yeşilliğini bir mükâfat gibi fışkırtır; tatlı meyillere medreselerini, şifahanelerini oturtur; taştan ebediyet rüyasını kademe kademe üç kıyıya kadar indirirdi. 

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar

30 Ekim 2013 Çarşamba

sınavda çıkmayacak sorular

27 Mayıs 2013 Pazartesi

toprak yokuş

 
İstanbul, Kasım 1948

Azizim Cim,

Burada tek bir medeniyet, bir kültür, yalnız bir zihniyet ve ruh aradığıma ne kadar aldanmışım. Tetkiklerime yeniden başlamamı icap ettirecek hallerle karşılaşıyorum. Meğer bizler ne düpedüz, ne basit, kelimeyi söylemekten biraz çekiniyorum ama, ne iptidaî adamlarmışız! Bak neden. Sözle anlatılmaz, hâdiseyi dinle, hükmünü sen ver: Geçenlerde henüz sıcak bir gündüz ortasında, buralı bir dostumla şehrin Kadıköy gecesinde İbrahimağa yokuşu denilen bir şehir arkasından Çamlıca'ya doğru yürüyüş yapıyorduk. Toprak bir yokuşun üstünde yolu tıkayan bir kaya parçasını kazma ile kırarak yolu açan bir adama rastladık. Önce bunu bir amele zannettik. Arkadaşım tekerlek, siyah sakallı, tatlı, güler yüzlü, oldukça iri ve dinç cüssesiyle çalışan adamı selâmladı, "Amele misin? Yalnız mı çalışıyorsun?" diye sordu. Kazmasına dayanaak bir gazali andıran derin, siyah gözleriyle bizi süzen kahraman Türkmenin heyecanlı, gür sesini dinlerken kulaklarıma inanamıyordum: "Ben arabacıyım, na şu karşı kulübedeb oturuyorum, amele değilim. Allah için bu yolu yapıyorum." Bizim şakınlığımıza bakıyordu. Biz sormadan o devam etti. Lâkin gözleri dolmuştu, sesi titriyordu. Serbestçe ağlayabilen bir kahramana benziyordu: "Babam Çanakkale'de şehit oldu, bir helva pişiremedim. Evlâdımı İstiklâl Harbi'nde kurban verdim. Bir Mevlit okutamadım. Ruhlarına gönderecek bir şeyim yok. İşte bu hayrı yapıyorum." Hemen kazmaya sarıldı ve "Allah!" diye başladığı işine devam etti. Ben bu vicdan azametinin karşısında o gün bugün secdeye kapanıyorum. Sizi bilmem ama, Paris'in en temiz ruhunu bir kabare şarkıcısında bulabilirsin, derler. Türkün en temiz ruhunu ben bu adamda buldum.

Kimdi bu adam? Onu kim yetiştirmişti? Bu adamdaki bir tarih ve bir medeniyet yaratmaya kabiliyetli büyük rhun yapıcısı ne eski devirden kalan hocalar, ne de bugünün garpçı münevverleridir. Dünün artığı olan ve bugün sarıkları çıkarılmış olan hocalarn ruh ve ahlâk bakımından sefâletlerini geçen mektubumda anlatmıştım. Bunlar şimdi etraftan birkaç kuruş getirecek mânasız vesileler bekleyen tufeylîler halinde kalmıştırlar.  İzzeti nefisleri acınacak derecede küçülmüş, nefislerine ve dinlerine itimadı kalmamış. Bir taraftan, Arapça bir kelime veya cümleyi kocaman harflerle yazıp bir levha kopyası halinde gazete sayfalarına doldurarak sanat veya din âbidesi diye satmaya çalışıyorlar. Bunlar para ile imandan hangisi daha çok işe yarar diye düşünmektedirler. Bazıları softa olmadığını münevver zümreye isbat için Ramazan günlerinde açıkça içki içerek gazel okumayı tercih ediyorlar. Sonra da Müslümanlara, Allah ismiyle dolu Arapça söylevler veriyorlar. Diğer taraftan, herhangi bir Avrupalının İslâmiyet hakkındaki methedici sözleriyle övünüyor. Vaktiyle dünyayı titreten büyük Padişah Yavuz Selim'in otoritesinden yıldığı Şeyhülislâmların yerinde, küçücük Hristiyan unsurlarına müdaheneden zevk duyup küçülenler var.

Amerikan Mektupları Düşünen Adam Aranızda, Nurettin Topçu

11 Mayıs 2013 Cumartesi

23 sentlik asker


Kore’de geçen süreçte kaleme aldığım anı yazılarımdan birinde orada bulunuş nedenim için, “… insanlık, demokrasi, hürriyet ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna” demiştim. Halbuki bugün, elli yılı aşkın  geçmişin sonrasında yaşayageldiğimiz olaylara, bu olayların yarattığı sonuçlara baktığımda bugünleri de kapsar içerikli anı defterime şu notları düştüğümü görüyorum:

Ben, henüz 19 yaşında bir genç iken, 1953 yılında Amerikan Dışişleri Bakanı Mr. Dulles – Kuzey Atlantik Paktı’na en ucuz askeri Türkiye’den sağlıyoruz – şeklinde beyanat vermiş.  O sırada ben, 1958 yılı Haziran ayında Kore’ye gideceğimi nereden bilebilirdim? Gençlik rüzgârlarıyla savrulmuş şiirli günler içinde ne askerin ucuzundan haberim vardı ne de dünyanın çirkin siyasetinden. Nasıl bilirdim ki ileride çıkarlar dünyasının çarklarının döndürdüğü dişliler arasında ben de farkına varmadan bir aktör olarak yerimi alacak ve 24 yaşımda iken hükümet kararıyla peş peşe Kore’ye gönderilmiş birliklerden birisi olan 9. Kore Türk Tugayı’nda göreve başlayacaktım.
Ben ne yazık ki, Nâzım Hikmet’in şiirini Kore’ye gitmezde önce okumamıştım. Halbuki Nâzım Hikmet, “23 Sentlik Asker” başlıklı şiirinde vermiş bilgiyi; en kestirme, en gerçekçi ifadelerle. Demiş ki;
Mr. Dalles
Sizden saklamak olmaz
Hayat pahalı biraz bizim memlekette.
Meselâ iki yüz gram et alabilirsiniz,
koyun eti,
Ankara’da 23 sente,
yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
elli santim kefen bezi yahut,
yahut da bir aylığına
yirmi yaşlarında bir tane insan
Erkek,
ağzı burnu, eli ayağı yerinde,
üniforması, otomatiği üzerinde,
yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır.

Şu anda istiyorum ki, küçük bir oyunla bu dizelerden bir bölümünü kendime uyarlayıp zihnimde oluşan sorularımı sorayım ve bunların cevaplarını gene kendim, kendime vermeye çalışayım. Nâzım Hikmet benim uyarlamama göre şöyle demiş oluyor:
yirmi yaşlarında bir tane insandım ben.
Erkek,
ağzım burnum, elim ayağım yerinde,
üniformam, otomatiğim üzerimde,
yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır;
İnsanlık ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna

Ülkemden çok uzak bir diyarda, benim o günlerdeki duygularımı, düşüncelerimi ve inancımı; yukarıdaki kıtanın sonuna düz harflerle eklediğim kendi cümleciğim içinde bir özet olarak algılamak mümkün. Aslında Kore’de bulunuş nedenimi böyle öğrenmiştim. Bu, öyle öğretilmişti. O yıllar, iletişim olanaklarının bugünkü gibi yaygın ve mükemmel olmadığı bir devirdi. Dünyanın gidişatına ilişkin bilgilerim eksikti, yanlıştı. Ancak gerçekte ben bu cümlemi kendi karakterime ve yapı özelliklerime uygun bir nitelik içerisinde kaleme almıştım.
Aradan yıllar geçti. Bilemiyorum o gün, 23 sent içinde payıma düşen neydi? Ama Birleşmiş Milletler arenasındaki oyunları, tezgâhları ve satılmışlık durumuna düşürülmüş olduğumu öğrendikten sonra bugün, bu cümlemden dolayı kendi kendime adeta utanır haldeyim.

Kore Mektupları, Gündoğdu Kayal

7 Mayıs 2013 Salı

kesirli sayılar


Babacığım bütün safahatı anlatırken bir noktayı ihmal etmişim. Dün yani pazar günü saat tam 15.45'te Kâbe'nin açıklarındaydık, kara görünmüyordu. Tam 15.45'te ziller çaldı ve böylece mevkimiz bildirilmiş oldu. Bundan bir saat kadar önce gemi mikrofonundan Kur'an okundu, konuşmalar yapıldı ve bu anda da bütün tugay mensupları yüzler Kâbe'ye dönük namaz kıdık. Müteakiben tövbe edildi ve tekbir getirildi. Gemi seyrine devam ediyordu. Böylece artık yarım mı, dörtte bir mi her ne ise hacı olduk.

Kore Mektupları, Gündoğdu Kayal