“Kimi başında taçla
doğar, kimi elinde kılıçla… Ben kalemle doğmuşum.”
Cemil Meriç
Okumaya ve yazmaya adanmış bir ömrün, eserlerle taçlanmış
bir neticesidir anlatmak istediğim. Ancak bu noktada “Okumanın ve yazmanın boş
bir heves olarak kabul edildiği bir ülkede okumaya ve yazmaya adanmış bir ömrün
kıymeti harbiyesi nedir?” diye sormak istemiyorum. İnsanların her şeyi bildiği
bir ülkede yaşıyoruz çünkü. Evet, her şeyi biliyorlar. Çünkü bu insanların
liderleri, ağabeyleri, günlük gazeteleri, televizyonları, okulları onlara
günün, partinin, camianın, cemaatin geçerli doğrularını ezberletiyor. Kimin
hain, kimin kahraman olduğu sorusuna verilecek “paket” cevaplarla dolaşan bu
insanlara ellerindeki paketlerin boş olduğunu söylemek ne mümkün? Ya da zamanla
“paketlerin” el yordamıyla değişmesine paralel olarak “kahraman” ve “hainler”in
yer değiştirdiğini, fikrî hayatın konjonktürel sloganlardan ibaret tutulmasının
gizli bir sansür mekanizması gibi sürekli işler hâlde tutulduğu bir ülkede
sıradanlığın konforlu sırasına girmeyi reddeden bir insanı nasıl anlatmalı?
İnsanları George Orwell’in 1984 adlı romanın anlattığı konjonktüre göre
tarihini ve dilini değiştirme olayının bilfiil yaşandığı bir ülkede ezberden
konuşmayan ve mevcut ezberleri sorguya çeken bir aydını anlamak için nasıl
davet etmeli?
“Paket” cevapların içinin boş olduğunu göstermek için
iğneyle kuyu kazarak geçti Cemil Meriç’in
ömrü.
Okudu ve yazdı…
Yazdı ve okudu…
Şifahi bir toplum olduğumuz yani sohbetin en önemli kültür
aktarma ve yaşatma aracı olarak hâlâ bizim için önemli bir yeri olduğunu
bildiği için de anlattı, anlattı, anlattı…Bir hocaydı o aynı zamanda. Gençlerin
etrafına toplandığı, sürekli sorularla karşılaşan ve birikimini yazılarında
olduğu gibi ve belki de yazılarında olduğundan daha da fazlasıyla sohbetleriyle
aktaran bir hoca. Sürekli uyanık, sürekli müteyakkız zihnini besleyen en önemli
dinamiklerden biri de bu akıştı zaten.
Cemil Meriç’i “hayatın”, “tarihin”, deli gömleği olarak
tarif ettiği “ideoloji”lerin bir noktasında donup bir kalıba teslim etmeyen de
bilgiye, hakikate olduğu kadar akışa olan tutkusuydu zaten. “Okumak” ise Cemil
Meriç için asıl mesaisini işgal ediyordu.
Bu durumda Meriç’in adresi tarif edilirken evinin en
belirgin ayırt edici vasfı olarak “caddeden geçerken kitapları görürsünüz”
denilen bir evde yaşamasından daha normal bir şey olamaz (Çınarlı, 1979: 186).
O, pakete değil hakikate talip bir okuryazar. Okuryazarlığın hakkını öylesine
tutkuyla vermeye çalışıyor ki bu bütün hayat rotasını belirliyor.
Çilekeşimiz dış dünyaya kapanan gözlerini içe(içimize)
çevirmiş. Yeni sorular bırakmış ufkumuza, sahicilik tutkusunun ürünü yakıcı
sorular seçmediği inzivasında fikirlerini ağır ağır olgunlaştırmış. Ona
gösterilen uzletten
yazılarıyla haykırmış.
Ya duyulmamış yahut fütursuzca kulak arkası edilmiş.
Kadirşinaslığın yangınında kavrulmuş, bahası ömre bedel bir mücadelenin
adamı olmuş.
Ne Mülkiye Ne
Mülkiyet
Balkan Harbi’nin 1912’de evinden, yurdundan ettiği sayısız
ailelerden biri Meriç’in ailesi. Cemil Meriç, Dimetoka’dan hicret eden ailenin
Hatay’da doğan çocuğu. Doğu ile Batı arasındaki o derin çatlak üstünde yaşamış,
köklerini aramış, kimliğini bu arayış sancıları içinde var kılmıştır Meriç.
Hatay tam bir kültürel fay hattıdır. Hatay’ı fay hattı kılan sadece Doğu ile
Batı arasında yer alması değildir. Eski ile yeni arasında da yer alır Hatay.
Anayurda iltihakına kadar kaldırılmış elifba geçerlidir orada. Ve Cemil Meriç,
lise yıllarına kadar alfabeyi değil elifbayı kullanır.
Her yerin yabancısıdır o. Ancak bu yabancılık onu kendine
bir yer aramaya ve bulmaya itmiştir. Bu yabancılık, onun arayışını sürdürmesinde
yakıt görevi üstlenmiştir. Bu yabancılığın içini kavurduğu hasret yüzünden
Meriç bulduğuyla, kendisine sunulanla yetinmemiştir.
Fransız işgalindeki Hatay’da Türklüğünü vurgulayabilmiş
olması lise mezuniyetine, dolayısıyla Mülkiyeli olmasına mani olur. Mülkiyeli
olamadığı için mülksüzlüğe adım atmıştır. İstanbul’da tuhaf ve tehlikeli bir
taşralı olarak algılanır. 1939’da Hatay hükümetini devirmeye teşebbüs suçundan
idam talebiyle yargılanırken “Ben Marksistim” diye haykırabilmiş, beraat de
etse mimlenmiş bir insandır. Hüsamettin Arslan’ın “Cemil Meriç2” dediği bu
haykırıştır işte. (Edisyon, 1998:35). Ancak Arslan’ın tasvir ettiği 3 Cemil
Meriç’te de yani “Osmanlı kültürü ile yoğrulmuş otantik” Cemil Meriç 1,
“faustvari” Cemil Meriç 2 ve ”evine dönen” Cemil Meriç 3’te de onun hakikate
duyduğu açlığı okumak mümkündü. Otantik hâliyle yetinmemesinde de Marx’a hicret
etmesinde de eve dönmesinde de yani hayat boyu sürdürdüğü uçbeyliğinde Cemil
Meriç’i yönlendiren iç motivasyonun kaynağı hep bu açlıktır işte. Pascal “insan büyüklüğünü bir uca giderek değil, her
iki uca dokunarak gösterir” demekte… Cemil Meriç’in büyüklüğünü hesap
edebilmek tabii ki ayrı büyüklük.
“Belde-i nur” diye gittiği Paris “okuduğu romanların en
tatsızı, en namussuzu, en kahpesi”, gözleriyle ilgili son tedavi umudunu da
kaybetmiştir orada.
Çetesizliğin Uzun
Yolu
Meriç, yaban kalmak istememiş ama zihinsel vatanı olan
kimliğini bulmak için yoldan gitmeyi tercih etmiştir. Seçtiği yolu uzatan ise “hiçbir
çeteye mensup olmamayı” seçmesinden kaynaklanır. Bir çeteye mensubiyet ise
öncelikle “şube müdürü” olmaya talip olmaktan geçer. Bu yüzden olsa gerek “revaçta”
olan bir nevzuhur fikir adamının Türkiye şubesi olarak anılmayı başarmak,
kariyer yıldızını parlak tutmak için yeterlidir. Ancak Cemil Meriç kolay olanla
ilgilenmemiştir. Onun tutkusu hakikate yöneliktir çünkü. Kariyerizme değil. Bu
yüzden kestirmelerin, kolayca dönülen köşelerin dayanılmaz kolaylığı onu cezbetmemiştir.
Oysa entelektüel tarihimiz, el yordamıyla bulunmuş ve ardı arkası sorgulanmadan
kabullenilerek insanları ikbale erdirecek bir merdiven niyetine kullanılmış ve
eskimeye mahkûm yeni fikirler mezarlığına çevrilmiş durumda çıkar karşımıza.
Bu mezarlıkta Cemil Meriç’in yerinin olmamasını ise Mustafa Armağan’dan
okumak mümkün: “Size tuhaf gelecek belki,
ama ben Cemil Meriç’in “yeni” bir şey söylediği kanaatinde değilim. Çoğu Cemil
Meriç havarisi onun hep yeni ve özgün şeyler söylediği yolunda mavallar
anlatıyor bize. Ancak bu sözler onu anlamadıklarını gösteriyor sadece. Çünkü “yeni”
dediğimiz şey nedir? O anda, o şahıstan zuhur etmiş bir düşünce veya görüş.
Peki bu görüşün “yeni” olduğuna nasıl kanaat getireceğiz? Tabii ki onu “eski”
ile kıyaslayarak. Bu durumda “yeni” dediğimiz şeyin aslında “eski”nin bir
devamı, yani geleneğin aslî anlamıyla “eski”nin üzerine yapılmış bir yorum
olması icap eder. Ben Cemil Meriç’in çağdaşı Türk aydınlarından ayrıldığı
noktanın belki onu yukarıda kullandığım anlamda “yeni” yapan şeyin bu “eski”ye
hâkimiyeti olduğunu düşünüyorum.” (Armağan, Coşkun 2004:18).
Gayyada Bekleyen Kitaplar
“Bir Dünyanın Eşiğinde”, “Bu Ülke”, “Umrandan Uygarlığa”, “Kültürden
İrfana”, “Bir Facianın Hikayesi”… yazdığı kitaplar derin bir gayyaya atılmış
taşlardı. Aks-ı seda duymak için sabırla bekledi. Sessizliğe teslim olmadı.
Issız adasında şişe içinde mesajlar yolladı. Beklentisi kalmamıştı gerçi. Yine
de devam etti. Batı’ya doğru giderken Hindistan’a vardı.
Ganj kıyılarında gördüğü rüyayı “türbem” diye
tanımlayacaktı. Uzun ve sabırlı bir çıraklık döneminde nihayetinde “sen bizden
değilsin” nidasıyla daldığı aldanış uykusundan kan ter içinde uyandı ve
ütopyanın ezici hafifliğini bir kenara bırakıp ülkesini tanıyarak hayat
tablosunu “vuzuha” ve “şuura” kavuşturdu.
İzmlerin, ayaküstü tüketilecek paketlenmiş fikirlerin,
kaynağı ve dayandığı meçhul ve karanlık ön yargıların dışında ülkesine,
tarihine ve toplumuna angaje olmaya cesaret etti. Ta en başta bilmeye cüret
ederek attığı ilk adımla bu neticeye doğru yol almaya başlamıştı zaten. Mecrası
ve istikameti onu nihayete sevk etti: Eser’e.
Bütün uğraşı sağırların duvarına çarptı, daha kötüsü, duymak
isteyenlerin. Hint’te sağcı diye damgalandı. Saint Simon’da solcu diye. Sol,
diyaloğu hepten kopardı. Bir kitabın Ötüken’den basılmış olması aforoz edilmeye
yeterdi. Okumadığından şikâyet ettiği sağ, ona sözlerini yayacak imkânlar
tanıdı. Onun çığlığını sığ bir sessizlikle boğmak istediler.
Sükût suikastine yenilmedi Cemil Meriç.
Meriç’i yenemeyen “sükût suikasti”, onun daha da güçlü
olmasını sağladı.
Üstadın Attila İlhan’a yazdığı mektup, onun hâlinin en öz
beyanıdır: “Her kitap, meçhule yollanan
mektup, meçhule yani adresi olmayana. Bazen bir S.O.S., bazen bir aşk mektubu, bazen
yıldızlara atılan bir kement, fakat daima bir çoğalmak, bir yalnızlıktan
kurtulmak arzusu. Sanat bu manada, yeni bir dünya yaratmak cehdidir, daha
doğrusu Tanrı’nın murdar, rezil, pespaye dünyasını dostlarla doldurma cehdi.”
(Meriç 1993: 189).
“Umrandan Uygarlığa”
ve “Kültürden İrfana” Giden Yol
Uzun bir yolculuktur Cemil Meriç’in yazı macerası. İlk yazısı
olan “Geç Kalmış Bir Muhasebe” (1933) ile tamamen kendisine ait ilk telif kitabı
olan “Hint Edebiyatı” (1964) arasında geçen 31 yıl boyunca ağır ağır örer
kozasını. Eserlerinin önemli bir bölümü ise 1974 ile 1985 arasındaki dönemde
yayımlanır.
Onun soruları bir davettir.
“Biz” adını verdiğimiz topluluk kimlerden oluşur? Bu ülke
nasıl bir ülkedir? Kimin ülkesidir? Bu zehirden soruları hatırlatır
okuyucularına. “Bu Ülke” : Büyük bir meydan okuyuş. Hem de karşılık alamamış bir meydan okuyuş. Sonraki eseleri de bu
toplumdan neşet eden, bu kitaptaki sorunları derinleştiren, büyüten eserler. O
pınardan çağlayan nehir.
Bütün çilesinin özü: Bu Ülke
Bu Ülke: Bütün eselerinin tohumu.
O, alemini bu tohumda gizledi.
Topyekûn eserleri, kitaplardan inşa edilmiş bir kıtayı
anlatan; öğrenmek, öğretmek tutkusundan doğan bir seyahatname ve aynı zamanda
da bu büyük cehdin ürünü olan seyahate başkalarını da çağıran sahici
devetiyelerdir.
Hakikate talip olan her okur bu davetiyenin esas
muhatabıdır.
Tabii yüreğiniz ve beyniniz, henüz iğrenç iğvanın çarklarına
kapılmamışsa…
Kaynaklar
Armağan, Mustafa; Coşkun, Sezai,
Bulutları Delen Kartal, Ufuk Kitap, İstanbul, 2004
Çınarlı, Mehmet, Sanatçı Dostlarım,
Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1979
Edisyon, Cemil Meriç ve Bu Ülkenin
Çocukları, Yayıma Hazırlayanlar: Ayşe Çavdar, Ergün Meriç, İz Yayıncılık, 1998
Meriç, Cemil, Jurnal C2, Yayıma
Hazırlayanlar: Mahmut Ali Meriç, İletişim Yayınları, 1993.
0 yorum:
Yorum Gönder