20 Haziran 2012 Çarşamba

nagwa - kites

16 Haziran 2012 Cumartesi

çay



Baş köşeyi kim aldı, kime verdin? 
Bir bardak soğuk su gibidir onlar 
Ellerinin uzandığı her masada taş gibi bir çay.


Bizim içtiğimiz çay da çaydır.
Çarpık dudaklı, ezik gözlü allı mavili çaylar 
Şehirlerden çok güneş vardır o çaylarda 
O çaylar dağları bin parça eder getirir. 
Yaşamayı çağıl çağıl getirir. 
Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir onlar 
Judy Garland gibi çay, kan gibi çay


O çaylardan su içenlerin gözleri 
Benim çay bardağımda senin gözlerin olur 
Senin gözlerin sizin çay bardağınızda.


Sezai Karakoç

3 Haziran 2012 Pazar

sükût suikasti




Suavi Kemal Yazgıç

“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla… Ben kalemle doğmuşum.”
Cemil Meriç

Okumaya ve yazmaya adanmış bir ömrün, eserlerle taçlanmış bir neticesidir anlatmak istediğim. Ancak bu noktada “Okumanın ve yazmanın boş bir heves olarak kabul edildiği bir ülkede okumaya ve yazmaya adanmış bir ömrün kıymeti harbiyesi nedir?” diye sormak istemiyorum. İnsanların her şeyi bildiği bir ülkede yaşıyoruz çünkü. Evet, her şeyi biliyorlar. Çünkü bu insanların liderleri, ağabeyleri, günlük gazeteleri, televizyonları, okulları onlara günün, partinin, camianın, cemaatin geçerli doğrularını ezberletiyor. Kimin hain, kimin kahraman olduğu sorusuna verilecek “paket” cevaplarla dolaşan bu insanlara ellerindeki paketlerin boş olduğunu söylemek ne mümkün? Ya da zamanla “paketlerin” el yordamıyla değişmesine paralel olarak “kahraman” ve “hainler”in yer değiştirdiğini, fikrî hayatın konjonktürel sloganlardan ibaret tutulmasının gizli bir sansür mekanizması gibi sürekli işler hâlde tutulduğu bir ülkede sıradanlığın konforlu sırasına girmeyi reddeden bir insanı nasıl anlatmalı? İnsanları George Orwell’in 1984 adlı romanın anlattığı konjonktüre göre tarihini ve dilini değiştirme olayının bilfiil yaşandığı bir ülkede ezberden konuşmayan ve mevcut ezberleri sorguya çeken bir aydını anlamak için nasıl davet etmeli?

“Paket” cevapların içinin boş olduğunu göstermek için iğneyle kuyu kazarak geçti Cemil Meriç’in  ömrü.

Okudu ve yazdı…
Yazdı ve okudu…

Şifahi bir toplum olduğumuz yani sohbetin en önemli kültür aktarma ve yaşatma aracı olarak hâlâ bizim için önemli bir yeri olduğunu bildiği için de anlattı, anlattı, anlattı…Bir hocaydı o aynı zamanda. Gençlerin etrafına toplandığı, sürekli sorularla karşılaşan ve birikimini yazılarında olduğu gibi ve belki de yazılarında olduğundan daha da fazlasıyla sohbetleriyle aktaran bir hoca. Sürekli uyanık, sürekli müteyakkız zihnini besleyen en önemli dinamiklerden biri de bu akıştı zaten.

Cemil Meriç’i “hayatın”, “tarihin”, deli gömleği olarak tarif ettiği “ideoloji”lerin bir noktasında donup bir kalıba teslim etmeyen de bilgiye, hakikate olduğu kadar akışa olan tutkusuydu zaten. “Okumak” ise Cemil Meriç için asıl mesaisini işgal ediyordu.

Bu durumda Meriç’in adresi tarif edilirken evinin en belirgin ayırt edici vasfı olarak “caddeden geçerken kitapları görürsünüz” denilen bir evde yaşamasından daha normal bir şey olamaz (Çınarlı, 1979: 186). O, pakete değil hakikate talip bir okuryazar. Okuryazarlığın hakkını öylesine tutkuyla vermeye çalışıyor ki bu bütün hayat rotasını belirliyor.

Çilekeşimiz dış dünyaya kapanan gözlerini içe(içimize) çevirmiş. Yeni sorular bırakmış ufkumuza, sahicilik tutkusunun ürünü yakıcı sorular seçmediği inzivasında fikirlerini ağır ağır olgunlaştırmış. Ona gösterilen uzletten 
yazılarıyla haykırmış.

Ya duyulmamış yahut fütursuzca kulak arkası edilmiş.
Kadirşinaslığın yangınında kavrulmuş, bahası ömre bedel bir mücadelenin adamı olmuş.

Ne Mülkiye Ne Mülkiyet

Balkan Harbi’nin 1912’de evinden, yurdundan ettiği sayısız ailelerden biri Meriç’in ailesi. Cemil Meriç, Dimetoka’dan hicret eden ailenin Hatay’da doğan çocuğu. Doğu ile Batı arasındaki o derin çatlak üstünde yaşamış, köklerini aramış, kimliğini bu arayış sancıları içinde var kılmıştır Meriç. Hatay tam bir kültürel fay hattıdır. Hatay’ı fay hattı kılan sadece Doğu ile Batı arasında yer alması değildir. Eski ile yeni arasında da yer alır Hatay. Anayurda iltihakına kadar kaldırılmış elifba geçerlidir orada. Ve Cemil Meriç, lise yıllarına kadar alfabeyi değil elifbayı kullanır.

Her yerin yabancısıdır o. Ancak bu yabancılık onu kendine bir yer aramaya ve bulmaya itmiştir. Bu yabancılık, onun arayışını sürdürmesinde yakıt görevi üstlenmiştir. Bu yabancılığın içini kavurduğu hasret yüzünden Meriç bulduğuyla, kendisine sunulanla yetinmemiştir.

Fransız işgalindeki Hatay’da Türklüğünü vurgulayabilmiş olması lise mezuniyetine, dolayısıyla Mülkiyeli olmasına mani olur. Mülkiyeli olamadığı için mülksüzlüğe adım atmıştır. İstanbul’da tuhaf ve tehlikeli bir taşralı olarak algılanır. 1939’da Hatay hükümetini devirmeye teşebbüs suçundan idam talebiyle yargılanırken “Ben Marksistim” diye haykırabilmiş, beraat de etse mimlenmiş bir insandır. Hüsamettin Arslan’ın “Cemil Meriç2” dediği bu haykırıştır işte. (Edisyon, 1998:35). Ancak Arslan’ın tasvir ettiği 3 Cemil Meriç’te de yani “Osmanlı kültürü ile yoğrulmuş otantik” Cemil Meriç 1, “faustvari” Cemil Meriç 2 ve ”evine dönen” Cemil Meriç 3’te de onun hakikate duyduğu açlığı okumak mümkündü. Otantik hâliyle yetinmemesinde de Marx’a hicret etmesinde de eve dönmesinde de yani hayat boyu sürdürdüğü uçbeyliğinde Cemil Meriç’i yönlendiren iç motivasyonun kaynağı hep bu açlıktır işte. Pascal “insan büyüklüğünü bir uca giderek değil, her iki uca dokunarak gösterir” demekte… Cemil Meriç’in büyüklüğünü hesap edebilmek tabii ki ayrı büyüklük.

“Belde-i nur” diye gittiği Paris “okuduğu romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi”, gözleriyle ilgili son tedavi umudunu da kaybetmiştir orada.

Çetesizliğin Uzun Yolu

Meriç, yaban kalmak istememiş ama zihinsel vatanı olan kimliğini bulmak için yoldan gitmeyi tercih etmiştir. Seçtiği yolu uzatan ise “hiçbir çeteye mensup olmamayı” seçmesinden kaynaklanır. Bir çeteye mensubiyet ise öncelikle “şube müdürü” olmaya talip olmaktan geçer. Bu yüzden olsa gerek “revaçta” olan bir nevzuhur fikir adamının Türkiye şubesi olarak anılmayı başarmak, kariyer yıldızını parlak tutmak için yeterlidir. Ancak Cemil Meriç kolay olanla ilgilenmemiştir. Onun tutkusu hakikate yöneliktir çünkü. Kariyerizme değil. Bu yüzden kestirmelerin, kolayca dönülen köşelerin dayanılmaz kolaylığı onu cezbetmemiştir. Oysa entelektüel tarihimiz, el yordamıyla bulunmuş ve ardı arkası sorgulanmadan kabullenilerek insanları ikbale erdirecek bir merdiven niyetine kullanılmış ve eskimeye mahkûm yeni fikirler mezarlığına çevrilmiş durumda çıkar karşımıza.

Bu mezarlıkta Cemil Meriç’in yerinin olmamasını ise Mustafa Armağan’dan okumak mümkün: “Size tuhaf gelecek belki, ama ben Cemil Meriç’in “yeni” bir şey söylediği kanaatinde değilim. Çoğu Cemil Meriç havarisi onun hep yeni ve özgün şeyler söylediği yolunda mavallar anlatıyor bize. Ancak bu sözler onu anlamadıklarını gösteriyor sadece. Çünkü “yeni” dediğimiz şey nedir? O anda, o şahıstan zuhur etmiş bir düşünce veya görüş. Peki bu görüşün “yeni” olduğuna nasıl kanaat getireceğiz? Tabii ki onu “eski” ile kıyaslayarak. Bu durumda “yeni” dediğimiz şeyin aslında “eski”nin bir devamı, yani geleneğin aslî anlamıyla “eski”nin üzerine yapılmış bir yorum olması icap eder. Ben Cemil Meriç’in çağdaşı Türk aydınlarından ayrıldığı noktanın belki onu yukarıda kullandığım anlamda “yeni” yapan şeyin bu “eski”ye hâkimiyeti olduğunu düşünüyorum.” (Armağan, Coşkun 2004:18).

Gayyada Bekleyen Kitaplar

“Bir Dünyanın Eşiğinde”, “Bu Ülke”, “Umrandan Uygarlığa”, “Kültürden İrfana”, “Bir Facianın Hikayesi”… yazdığı kitaplar derin bir gayyaya atılmış taşlardı. Aks-ı seda duymak için sabırla bekledi. Sessizliğe teslim olmadı. Issız adasında şişe içinde mesajlar yolladı. Beklentisi kalmamıştı gerçi. Yine de devam etti. Batı’ya doğru giderken Hindistan’a vardı.

Ganj kıyılarında gördüğü rüyayı “türbem” diye tanımlayacaktı. Uzun ve sabırlı bir çıraklık döneminde nihayetinde “sen bizden değilsin” nidasıyla daldığı aldanış uykusundan kan ter içinde uyandı ve ütopyanın ezici hafifliğini bir kenara bırakıp ülkesini tanıyarak hayat tablosunu “vuzuha” ve “şuura” kavuşturdu.

İzmlerin, ayaküstü tüketilecek paketlenmiş fikirlerin, kaynağı ve dayandığı meçhul ve karanlık ön yargıların dışında ülkesine, tarihine ve toplumuna angaje olmaya cesaret etti. Ta en başta bilmeye cüret ederek attığı ilk adımla bu neticeye doğru yol almaya başlamıştı zaten. Mecrası ve istikameti onu nihayete sevk etti: Eser’e.

Bütün uğraşı sağırların duvarına çarptı, daha kötüsü, duymak isteyenlerin. Hint’te sağcı diye damgalandı. Saint Simon’da solcu diye. Sol, diyaloğu hepten kopardı. Bir kitabın Ötüken’den basılmış olması aforoz edilmeye yeterdi. Okumadığından şikâyet ettiği sağ, ona sözlerini yayacak imkânlar tanıdı. Onun çığlığını sığ bir sessizlikle boğmak istediler.

Sükût suikastine yenilmedi Cemil Meriç.
Meriç’i yenemeyen “sükût suikasti”, onun daha da güçlü olmasını sağladı.

Üstadın Attila İlhan’a yazdığı mektup, onun hâlinin en öz beyanıdır: “Her kitap, meçhule yollanan mektup, meçhule yani adresi olmayana. Bazen bir S.O.S., bazen bir aşk mektubu, bazen yıldızlara atılan bir kement, fakat daima bir çoğalmak, bir yalnızlıktan kurtulmak arzusu. Sanat bu manada, yeni bir dünya yaratmak cehdidir, daha doğrusu Tanrı’nın murdar, rezil, pespaye dünyasını dostlarla doldurma cehdi.” (Meriç 1993: 189).

“Umrandan Uygarlığa” ve “Kültürden İrfana” Giden Yol

Uzun bir yolculuktur Cemil Meriç’in yazı macerası. İlk yazısı olan “Geç Kalmış Bir Muhasebe” (1933) ile tamamen kendisine ait ilk telif kitabı olan “Hint Edebiyatı” (1964) arasında geçen 31 yıl boyunca ağır ağır örer kozasını. Eserlerinin önemli bir bölümü ise 1974 ile 1985 arasındaki dönemde yayımlanır.

Onun soruları bir davettir.

“Biz” adını verdiğimiz topluluk kimlerden oluşur? Bu ülke nasıl bir ülkedir? Kimin ülkesidir? Bu zehirden soruları hatırlatır okuyucularına. “Bu Ülke” : Büyük bir meydan okuyuş. Hem de karşılık alamamış  bir meydan okuyuş. Sonraki eseleri de bu toplumdan neşet eden, bu kitaptaki sorunları derinleştiren, büyüten eserler. O pınardan çağlayan nehir.

Bütün çilesinin özü: Bu Ülke
Bu Ülke: Bütün eselerinin tohumu.
O, alemini bu tohumda gizledi.

Topyekûn eserleri, kitaplardan inşa edilmiş bir kıtayı anlatan; öğrenmek, öğretmek tutkusundan doğan bir seyahatname ve aynı zamanda da bu büyük cehdin ürünü olan seyahate başkalarını da çağıran sahici devetiyelerdir.

Hakikate talip olan her okur bu davetiyenin esas muhatabıdır.

Tabii yüreğiniz ve beyniniz, henüz iğrenç iğvanın çarklarına kapılmamışsa…

Kaynaklar

Armağan, Mustafa; Coşkun, Sezai, Bulutları Delen Kartal, Ufuk Kitap, İstanbul, 2004
Çınarlı, Mehmet, Sanatçı Dostlarım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1979
Edisyon, Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları, Yayıma Hazırlayanlar: Ayşe Çavdar, Ergün Meriç, İz Yayıncılık, 1998
Meriç, Cemil, Jurnal C2, Yayıma Hazırlayanlar: Mahmut Ali Meriç, İletişim Yayınları, 1993.